Kökleri aile toprağında, ancak sert çakıl taşlarıyla karşılaşan; ilk yaprakları hınçlı ellerde paramparça olan; çiçekleri açar açmaz dona uğrayan ruhların çektiği acıları, şu en duygulu ağıdı gözyaşlarıyla beslenmiş hangi yetenekli yazara borçlu olacağız? Hangi şair anlatacak bize, dudakları acı bir memeyi emen, gülücükleri sert bir bakışın kavurucu ateşiyle sönüveren çocuğun acılarını?
Duyarlılıklarının gelişmesi için çevrelerine dizilmiş olan insanların baskısıyla ezilmiş bu zavallı kalplerin öyküsü, gençliğimin gerçek öyküsü olacaktır. Yeni doğmuş bir çocuk olarak ben, kimin gururunu incitebilirdim ki? Ruhsal ya da bedensel ne gibi bir çirkinliğim vardı ki, annem bana karşı soğuk davranıyordu? Zorla katlandıkları, istenmeden dünyaya gelmiş, yaşamı bir utanç sayılan bir çocuk muydum ben?
Doğduğumda beni köyde bir sütnineye vermişler; ailem beni, adeta unutmuş, üç yıl arayıp sormamış. Baba evine döndüğümde öyle az yer kaplayan, öyle değersiz biriydim ki, insanlar halime acıyorlardı. Kendimi bu ilk düşüşten hangi duygunun, hangi mutlu rastlantının yardımıyla kurtardım, bilmiyorum: Bizde çocuğun hiçbir şeyden haberi yoktur, insan hiçbir şey bilmez.
Ağabeyimle iki ablam, dertlerimi hafifletmek şöyle dursun, bana acı çektirmekten zevk alırlardı. Çocukların arasında bazı ufak tefek yaramazlıklarısaklamak için yapılmış gizli bir anlaşma vardır, bu da onlara daha o günden onurun ne demek olduğunu öğretir. Benim için geçersizdi bu anlaşma; kaldı ki sık sık ağabeyimin işlediği suçlardan ötürü cezalandırıldığımda olurdu, bu haksızlığa karşı sesimi de çıkaramazdım. Dalkavukluk çocuklarda herhalde daha o zamandan yeşermeye başlıyor ki ağabeyimle ablalarım, kendilerinin de korktukları bir annenin gönlünü kazanmak için, beni üzen işkencelere katkıda bulunuyorlardı. Böyle davranmalarının sebebi, büyüklerin davranışlarını taklit etme eğilimleri miydi? Güçlerini sınamak istediklerinden mi ileri geliyordu bu, yoksa gerçekten acımasız olmalarından mı? Belki de beni kardeşliğin hazlarından yoksun bırakan, bütün bu nedenlerin bir araya gelmesiydi.
Daha o yaşta beni sevgiden yoksun bıraktıkları için, ben de hiçbir şeyi sevemiyordum. Oysa yaradılış itibarıyla sevgi dolu biriydim ben. Sürekli geri çevrilen bu duyguların iç çekişlerine kulak veren bir melek mi var acaba?
Karşılık görmeyen duygular kimi ruhta hınca dönüşürse de benim ruhumda yoğunlaştılar, kendilerine derin bir yatak oydular, daha sonrada oradan yayılıp tüm hayatıma egemen oldular.
İnsanın karakterine göre, sürekli kaygı duymak sinirleri gevşetir, korkuyu yaratır, korku da insana boyun eğdirir. İnsanı yozlaştıran, ona bilmem nasıl bir kölelik aşılayan zayıflık işte buradan gelir. Ne var ki bu bitmek bilmeyen acılar beni güçlü görünmeye alıştırdı, bu güç de kullanıldıkça büyüdü, ruhumu manevi dirençlere hazırladı.
Çilekeşlerin yeni bir darbe beklemeleri gibi sürekli yeni bir acı bekleye bekleye, bütün benliğimle, çocukluğa özgü güzellikleri, canlılığı yok olmuş, bir kedere ve kadere boyun eğmiş biri ifadesi takınmaya mecbur kaldım; bu durumu da ahmaklık belirtisi saydılar, annemin hakkımdaki uğursuz tahminlerine hak verdiler.
Bu kadar açık haksızlıklara uğramış olmam, ruhumda gururu akranlarımdan çok önce kışkırttı. Aklın bu meyvesi de besbelli, böyle bir eğitimin yol açacağı kötü eğilimleri önlemiştir.
Annem beni yüzüstü bırakmıştı ama gene de bazen benim için kaygılandığı olurdu; kimi zaman eğitimimden söz açar, bununla uğraşmaya istekli görünürdü. Bu nedenle, onunla her gün karşı karşıya gelmenin beni ne kadar hırpalayacağını düşündükçe bütün bedenimi korkunç ürpertiler kaplardı.
Yüzüstü bırakılmış olmaktan hoşnuttum adeta, bahçede çakıl taşlarıyla oynadıkça, böcekleri seyrettikçe, gökyüzünün maviliklerine baktıkça kendimi mutlu hissediyordum.
Yalnızlık beni hayallere sürüklediyse de benim bu hayallere dalmaktan zevk alışım bir serüvenden kaynaklandı. Bu serüven size çocukluğumda neler çekmiş olduğum hakkında bir fikir verecektir.
Beni o kadar önemsiz görürlerdi ki, dadım sık sık beni yatırmayı unuturdu. Bir akşam, uslu uslu, bir incir ağacının dibine büzülmüş, çocukların kapıldığı o tuhaf tutkuyla bir yıldıza bakıyordum. Bende zamanından önce başlayan melankoli de bu tutkuya bir çeşit duygusal zekâ katıyordu. Ablalarım gülüşüp bağırışıyorlardı; onların uzaktan uzağa duyduğum gürültülerini düşüncelerime eşlik eden sesler gibi işitiyordum.
Gürültü kesildi, karanlık çöktü. Rastlantı bu ya, annem bir de bakmış ki ben yokum. Bunun üzerine, dadımız –Matmazel Caroline adında korkunç cadaloz bir kız– azarlanmamak için, annemin yersiz kaygılarını haklı çıkaracak sözler söylemiş: Evden tiksiniyormuşum, kendisi beni gözaltında tutmasaymış çoktan evden kaçarmışım, ahmak değilmişim ama sinsiymişim, şimdiye kadar baktığı bütün çocuklar arasında benim gibi kötü karakterlisine hiç rastlamamış.
Beni arıyormuş gibi yaptı, seslendi, karşılık verdim. İncir ağacının yanına geldi, benim orada olduğumu biliyordu çünkü.
“Ne yapıyorsun burada bakalım?” dedi.
“Bir yıldıza bakıyordum.”
Annem de bizi balkondan dinliyormuş.
“Bir yıldıza bakmıyordun,” dedi. “İnsan senin yaşında gökbilimden ne anlar ki!”
Caroline, “Ah, Madam!” diye haykırdı. “Sarnıcın musluğunu açık bırakmış, bütün bahçeyi su basmış!”
Bir uğultu koptu, aslında gerçek şuydu: Ablalarım, suyun nasıl aktığını görelim diye, musluğu açmış, su fışkırıp da baştan başa ıslanınca şaşırmış, musluğu kapamadan kaçışmışlar. Bu yaramazlığı benim yaptığıma inandılar. “Ben yapmadım,” deyince de yalancılıkla suçladılar ve bana oldukça ağır bir ceza verdiler. Korkunç bir ceza! Yıldızlara karşı sevgimden dolayı benimle alay ettiler, annem de akşamları bahçeye çıkmamı yasakladı.
Zorbaca yasaklar çocuklarda bir tutkuyu büyüklerinkinden daha kolay şiddetlendirir. Çocukların bu konuda büyüklerden üstünlüğü şudur: Yasak olandan başka bir şey düşünmez olurlar, böylece o şey onlar için dayanılmaz bir çekicilik kazanır. Bu nedenle, ben de yıldızım uğruna hayli kırbaç yedim.
İçimi kimseye açamadığım için, dertlerimi hep o yıldıza anlatırdım. Bir çocuğun ilk sözcüklerini kekeleyerek söylerken olduğu gibi ilk düşüncelerini kekeleyerek dile getirirken de içinde hissettiği o tadına doyulmaz iç cıvıltılarıyla yapardım bunu. On iki yaşında, ortaokuldayken bile, o yıldızı yine anlatılamaz zevkler duyarak izlerdim. Yaşamın baharında edinilen izlenimler yürekte böylesine derin izler bırakıyor.
Charles, benden beş yaş büyüktü, bugün nasıl yakışıklı bir adamsa o zaman da güzel bir çocuktu. Babamın gözdesi, annemin bir tanesi, ailenin umudu, bundan dolayı da evin hükümdarıydı. İri yapılı, gürbüz bir çocuktu, evde özel öğretmeni vardı.
Ben sıska, cılız bir çocuktum. Beş yaşındayken şehirdeki yatılı bir okula gündüzlü olarak gönde
————