Orhan Koçak, Roman Kuramı’na* yazdığı önsözde, “Roman Biçiminin Bir Tipolojisine Doğru” başlığı altındaki bölümü incelerken, Balzac’ın dünyasına Lukács’ın açtığı “pencereden” bakmamızı sağlıyor. Gerçi Lukács, Roman Kuramı’ndan (1920) tam 15 yıl sonra kaleme aldığı “Sönmüş Hayaller” yazısında dünya görüşünü (en azından kendince) radikal bir biçimde değiştirmiş olduğundan, Balzac’ın toplumsal varlığını öne çıkartıp eski değerlendirmesini, hunharca bir sermaye birikimi sürecine sahne olan Fransa’nın burjuva-kapitalist gelişmesinin ördüğü çelişkiler dokusu içine yerleştirecektir; ama bir roman tipolojisi kurma girişiminde “soyut idealizmin romancıları” arasında gördüğü Balzac için söyledikleri (Lukács’ın iddiasının aksine**) eskimeyi hiç de hak edecek yaklaşımlar değildir.
Koçak, özetle, Lukács’ın, ampirik (roman) incelemelerinden tüme vararak bir sınıflandırma yapmak yerine, insan ile dünya (içsellik ile serüven) arasındaki a priori ilişkiyi bir kategori olarak alıp bir sınıflandırma yaptığını belirtiyor. Bu tipolojide iki roman düzlemi çıkıyor karşımıza: “Soyut idealizmin romanı” ve “Düş kırıklığı romantizmi”nin romanı. Balzac bu birinci başlığın altına giriyor. Nedir “soyut idealizmin romanı”nın karakteristik özelliği?Bir yanılsama üzerine kurulmuş olmasıdır. Bu roman tipinin ilk örneği Don Kişot, özne ile dış, ben ile dünya arasındaki ilişkide, dünyanın başlı başına anlamlı olduğuna ve insan ile, özne ile dış (gerçeklik) arasındaki uyumu “şimdi burada” kurabileceğine inanmıştır. Dünyaya aslında sahip olmadığı bir anlamı yakıştırma paronayasıdır bu. Kahraman (paronayak deli) bu dünyada hedefine ulaşmasını önleyen güçlerin, öyle aşkın, fizikötesi bir yerden değil de, tesadüflerden, hesaplanamaz aksaklıklardan kaynaklandığına inanır (Don Kişot).
Bu nedenle de “soyut idealizmin kahramanı” hiçbir zaman dünya ile, dış, nesnel gerçeklik ile değil de, onun yerine koyduğu kafasındaki (hayali) gerçeklik ile karşıkarşıya (ya da iç içedir). Şöyle de denebilir: O dışı ne kadar kurabiliyorsa ve nasıl kurabiliyorsa, dış odur ya da zaten “öznel işleyişlere indirgenemeyecek” yanları ile hiçbir zaman yüzleşemez o dışın. Orhan Koçak’ın dikkati çektiği gibi, Lukács’a göre roman ancak “görünüşte” bir nesnel olaylar dizisi gibi şekillenir… ama aslında bir delilik, yanılsamadır bu nesnellik. Olayların dizisel karakteri, öznenin dışı hemen hep içten kalkarak kurmasının kaçınılmaz bir sonucudur; olaylar kendi nesnel varlıklarına karşılık gelen dış bir merkeze göre düzenlenemeyeceği için de, olayları seçen, ayıklayan bir tartı yoktur artık. Diyelim ki roman, dizi dizi olayla dolup taşar. Koçak, bu türün tipik temsilcisi olarak Lukács’ın Balzac’ı örnek verdiğini hatırlatıyor. “Balzac’ın taşradan Paris’e gelmiş kahramanları da tutkulu, saplantılı kişilerdir; arzu nesnelerine Paris salonlarında ulaşabileceklerine inanmışlardır (dışı içten kurmak); uzaktan ışıklarını gördükleri salonlarda birtakım dolaplar dönüyordur ve onlar bu ‘desiselerin’ [tırnak alıntıda var] üstesinden geleceklerdir. Balzac, bireyin kendi imkânlarıyla hâkim olamayacağı bir nesnel dünyanın, aslında yabancılaşmış bir öznellikten, yabancılaşmış tutkulardan oluştuğunu göstermekte Cervantes’ten (Don Kişot) bile daha ileriye gider. Ama o da bir Dante projesine ulaşma çabasında hüsrana uğrar. (Örneğin) İnsanlık Komedyası, bir dizi romana, novella’ya ve kısa öyküye bölünmüştür ve romanın bütünü (merkezi) bunların hiçbirinde yer almıyordur… Sönmüş Hayaller’de bile. Kurulamayan, çünkü olmayan bir bütünün parçalarıdır hepsi de.” Koçak, Lukács’ın “düş kırıklığı romantizmi” adını verdiği tipolojiye değinirken de, bu ikinci tip romanın en kusursuz örneği olan Flaubert’in Duygusal Eğitimi’nin Balzac’ın bıraktığı yerden başladığını söyler. Bu tip anlatıda, artık her türlü dış (anlamlılık) içtedir, ruhtadır. Balzac kendi kahramanlarının arzularına, onlardan çok daha büyük bir iştahla katılır; onlara açtığı kanatlara önce o sarılır; Flaubert ise mesafelidir, kahramanlarının “dış dünyaya ilişkin bazı hayalleri olsa da… bunların karşılanamayacağına dair ‘marazi’ bir seziş de bu hayallerin içinde baştan beri bir tür alt akıntı gibi sürüp gidiyordur.”
Lukács bu metinden 15 yıl sonra, Sönmüş Hayalleri değerlendirirken, İllusigus roman dediği düş kırıklığı roman tipine değinir ve yanıltıcı, sahte, yanlış hayaller tanımının yanına “ama zorunlu olarak doğmuş olan” açıklamasını ekler. Kapitalist hayatın kaba gücüne çarpıp paramparça olmuş insanların yanılsamalarıdır bunlar artık. “Soyut idealizmin” somut bağlamlılığı gibi bir şey vardır demek ki karşımızda. “Balzac, Fransa’nın burjuva yolundaki gelişmesinin devasa döneminin sonunun aynı zamanda Fransız kapitalizminin büyük hamlesinin başlangıcı olduğunu görür,” der (Edebiyat Sosyolojisi, Georg Lukács, Luchterhand, 3. basım, 1968).
Bu açıklama girişimlerinin elbette ne Balzac’ın edebiyat mirasını bütünüyle değerlendirmeye yeteceği ne de doğrudan okumaların yerini alacağı düşünülmüyor. Gene de, Batı’nın klasik birikimine hem coğrafi hem de tarihsel bir uzaklıktan bakan bir kültürel coğrafyada, adı üzerinde “klasiğin” bir evrensel genel geçerlilik iddiasına ne kadar sığınabileceğini tekrar tekrar düşünmemiz gerekiyor. Bu anlamda yukarıdaki açıklamanın son bölümü büyük bir işlevsellik taşıyor olmalı: Aynı düşünür, bir klasik yazarı, kendi dünya görüşünün evrimine göre, farklı düzlemlerde okuyabiliyor. Kuşku yok ki başka edebiyat tarihçileri ve eleştirmenler de, Balzac’a başka giriş kapıları aralamaktadırlar. Psikanalizleştirici yaklaşımdan, girişte yaptığımız gibi, özyaşamsal olgulara kadar, bu metinleri yorumlamanın çıkış noktasına alabileceğimiz dayanaklar var.
Gene de her okurun, her düz okumada bile romanda (romanlarda) kendince bir şey bulabileceğini biliyoruz; hatta bu “bulmalar” çoğu zaman yazarın amaç ve niyetlerini aşmakla kalmıyor, her türlü bilimsel yorum ve değerlendirmeyi de tamamlayabiliyor. Öyle de olsa, yukarıdaki kısa giriş denemesi, son tahlilde “okumanın bir uğraş, hem de ciddi bir uğraş” olduğunu göstermek bakımından işlevsel. Çünkü okuma öznellikten çıkıp ortak kategori ve yöntemler üzerinden gerçekleşebildiği ölçüde üretken, doğurucu olabiliyor. Ancak o zaman, örneğin bir okur, bu romanı ya da onun başka bir romanını kapadığında, arzularının, arayışlarının, soylulaşma hayallerinin şiddetiyle savrulan bir burjuva insanının, içine düşecek bir girdap bile bulamadığını anlıyor; çünkü girdap da bir merkezdir.
Veysel Atayman
Temmuz 2004, İstanbul