Akdeniz'in uçsuz bucaksız ufuklarına bakan küçük tepe, sanki minik bir çiçek ormanı gibiydi. İnce,uzun dallı badem ağaçlarının alaca gölgeleri , sahile inen keçi yoluna düşüyor , ilkbaharın tatlı rüzgârları ile martılar , çılgın bağırışlarıyla havayı çınlatıyorlardı. Badem bahçesinin yanında geniş bir bağ vardı. Zeytinlik , beyaz taşlardan yapılmış kısa bir duvarın ötesindeydi ve buradan vadiye kadar devam ediyordu. Bağın ortasındaki yıkık dökük kulübenin kapısız girişinden yaşlı bir adam çıktı. Saçı , sakalı bembeyaz olan adam sanki kamburunu düzeltmek istiyormuş gibi gerindi , elleri , ayakları titriyordu. Gökyüzü kadar boş , gökyüzü kadar sakin denize uzun uzun baktı.
- Hayırdır inşallah , dedi.
Duvarın dibindeki taş yığınlarının üzerine çöktü. Başını ellerinin arasına aldı , sırtında yırtık bir çuval vardı , çıplak ayakları topraktan yoğrulmuştu sanki. Zayıf kolları kirli tunç rengindeydi. Başını tekrar kaldırdı. Gökle denizin birleştiği dumandan çizgiye dikkatle baktı. Görünürde hiç birşey yoktu. Bu yaşlı adam , her gece uykusunda kendini kurtarmak için birçok geminin pupa yelken geldiğini gören zavallı , eski bir Türk forsasıydı. Esir olalı kırk yıldan fazla olmuştu. Otuz yasında dinç , boylu boslu , kuvvetli bir kahraman iken Malta korsanlarının eline düşmüştü.