Yine hava on üç derece, yine evdeyim, yine kalorifer çalışmadığı için ince bir kazak giymeme rağmen soğuk hafiften ısırıyor, yine camım açık, yine çayım beni ısıtmıyor ve en önemlisi yine bilgisayarın başında boş zaman geçiriyorum. Bu döngüden de, kendimden de nefret ediyorum. Amaçsız hissediyorum. Görevlerimi erteliyor ve sadece magazin haberlerine bakıyorum. Ama artık bakacak haber sitesi kalmadığı için boşluktayım. Yüzüme bile bakmaktan sıkıldım, dizilerimin yeni bölümlerini izledim, başlayacak hoş bir dizi de bulamıyorum. Youtube'un altını üstüne getirdim, kitap okumak da istemiyorum. Elimi istemsizce tekrar cips paketine götürüyorum ve yüzümü kilolarımı düşünerek buruşturuyorum. Bunu kendime ben yaptım.
O son yazıyı blogumda paylaşalı ve iki kilo daha alalı bir ay oldu. Bloguma ondan sonra da bir daha girmedim. Zaten ne gerek var? Anonim biri takip etmiştir, belki de bir beğeni almışımdır, hepsi o kadar. Yine de, oflayarak blog adresimi arama çubuğuna yazıp 'Enter'a basıyorum. İnternetim hızlı. Sayfa anında açılıyor. Arka plandaki siyah düzlemi süsleyen yıldızlar bana yazmak için uğraşıp başarısız olduğum, kasvetli günleri hatırlatıyor ve sekmeyi hızlıca kapatmak istiyorum. Lakin, mesaj kutusundaki kırmızı '1' işaretini görüyor ve-
Hayır. Hayatımı değiştirecek bir mesaj almadım. Şu "şans için 15 kişiye 3 saat içinde yolla yoksa anneni salonda ölü bulursun" mesajlarından biri var sadece. Buna alışığım. Eski parlak günlerimin geri gelemeyeceğinin farkındayım.
Arkaya sakin bir şarkı koyup "Keşfet" kısmına giriyorum. Eskiden bunu hiç yapmazdım. Kendi hikayelerimi yazmakla o kadar meşguldüm ki, başkalarını keşfetmeyi gereksiz buluyordum. Evet, itiraf ediyorum, biraz da olsa kibirlenmiştim popülerken. Fakat şimdi, her şey bitti. Biri, bir şey, içimde yanan tutku alevine üfledi ve o alev asilce söndü.
Birkaç hayran kurguyu ve yabancı dillerde yazılmış metinleri es geçerek ilerliyorum. Gözlerim boş, sadece, öylesine, gece gelip uykum gelince yatağa gitmeme kadar zaman geçirmeye çalışıyorum, umursamadan tarıyorum insanların iyi kötü kendinden bir parçayı yansıttıkları yazıları.
Oysaki kiraz çiçekleri bile hayranlığından solardı senin güzel, ama bir o kadar da ölümcül gülümsemenle. Galiba ben de buna inanıp sevmiştim seni ve sen, nasıl olduğunu anlamadan beni de tıpkı o kiraz çiçekleri gibi soldurmuştun.
Gözlerimi devirdim. Tehlikeli kızın masum oğlanı bitirdiği, içinde cinayet ve aile sorunları olan klasik bir hikaye. Hiç sevmezdim. Aşağı doğru ilerledim ve başka bir metne göz gezdirdim.
Neden her şey o filmlerdeki gibi hissettiriyordu? Kalbimin atışını karşımda duran onun bile duyduğuna emindim. Hayır, aşık olamazdım. O; şişman, kısa, utangaç bir çocuktu. Ayrıca oldukça da çirkindi. Neden birden gülümsemesi karizmatik gelmeye başlamıştı ki?
Hiç tahmin etmediği bir şekilde çirkin, kardeşi gibi gördüğü oğlana aşık olan popüler, güzel kız. Neden insanlar daha yaratıcı fikirler bulamıyordu? Bir dakika, ben nasıl insanları yargılayabiliyordum ki? Ben herhangi bir fikir bile bulamıyordum. En azından insanlar, elinden geldiğince, duygularıyla yazıyorlardı, iyi veya kötü.
Kendimden utanarak fareyi aşağı sürükleyemeye devam ettim.
Gündüz olsam ben,
Ay olurdun sen.
Gece olsam ben,
Güneş olurdun sen.
Asla 'o' kişiye ulaşamayacak birinin düşük kalite tek dizelik şiiri. Anlayamadığım şuydu, neden insanlar romantik yazılara bayılıyordu? Neden-
Fareyi sürüklemeyi bıraktım.
Her adımım bilincim ve ruhumda bir deprem etkisi bırakıyor ve bu deprem, sanki göz pınarlarımı sallıyor, göz yaşlarının yanaklarımdan birer elveda çığlığı atarak yuvarlanmasına sebep oluyordu. Sanki vücudumdaki her hücre o anda, hüngür hüngür, bağıra çağıra ağlamam için beni zorluyordu. Ama yapamazdım. Bu sefer olmazdı. Arkamda bıraktığım her şeritte kafamı çeviriyor ve beni vedalayan insanlara buruk lakin gerçekçi durduğunu umduğum bir tebessüm yolluyordum. Sonraysa başımı tekrar öne eğip, elveda göz yaşlarının yanaklarımdan aşağı tekrar süzülmesine izin veriyordum. (Devamını okumak için tıkla)
Bu yazının burada ne işi vardı?
Birkaç ay önceydi. Her yerin kırağı tuttuğu, soğuk bir gündü ve titreyerek otobüs durağına yürümekteydim. O kadar üşümüştüm ki, yüzüme çarpan buzlu rüzgar nedensizce gözlerimin sulanmasına sebep oluyordu ve o sırada, aklımdan kısa bir sahne geçmişti: Pasaport kontrol kuyruğuna yürürken arkada bıraktığı ülkeye veda eden kızın düşünceleri. Otobüsü beklerken kurguyu aklımda evirip çevirmiş, küçük ama duygulu cümleleri kafamda kurmuştum fakat otobüs geldiği anda sanki her şey kaybolmuş, bu kısa fakat güçlü sahne ise aklımdan uçup gitmişti.
Asla paylaşmamıştım bu yazıyı. Zaten, o sırada dibe çökmenin sınırındaydım, hiçbir şey yazamamaya yeni başlamıştım. Ama o kadar emindim ki bunun benim anlatışım olduğundan. Çok... tanıdıktı. Sanki, biri otobüs geldiğinde uçup kaçan düşüncelerimi daha bebekken yakalamış ve büyütmüştü.
Ama bu kimdi? Ve bu nasıl olabilirdi?
Belki de yanılıyordum. Belki de bir insanla aynı kurguyu düşünmüş ve tesadüfen o kurguyu yazdığını görmüştüm. Bu olağandı, değil mi? Ama dediğim gibi, bu benim dilimdi. Benim kelimelerim, benim sahnem ve benim duygularımdı.
Ellerim titreyerek fareye uzandım ve sayfayı biraz daha yukarı kaydırarak yazarın blog adına baktım:
yomuse
Yomuse. Bu ne demekti? Kelimeyi internette arattırdığımda görülmeye değer hiçbir sonuç bulamamıştım. İsminin daha fazla üzerinde durmadan blog linkine tıkladım ve sayfanın açılmasını bekledim.
Sayfanın başında büyük harflerle yazılmış cümleyi okuyunca korku ile karışık şüphe ile kaşlarımı kaldırdım.
Aklından sıyrılıp kaçan ilhamlarını bulacağım. - Yomuse
Yorum yaparsanız sevinirim, nasıl gittiğimi merak ediyorum :) Teşekkürler!