Aynada son bir kez kendime baktım… Siyah pelerinin altındaki çirkin yüzüme… utançla. Kendimi bu aptalca şeyi yapmaktan vazgeçirmek için yüzümün ilk defa ne kadar çirkinleştiğini söyledim kendime. Defalarca… Eğer siyahın beyazı ne kadar çirkinleştirdiğini görürsem vazgeçebilirdim.
Yinede… Öyle olmadı. Ne yaparsam yapayım kendimi buradan uzaklaştıramadım. Onun ölü bedeni gözlerimin önüne geldikçe burada kalmak istiyordum.
Dışarıda herkes avazı çıktığı kadar bağırıyordu,delice. Bu dövüşler kötüler için önemliydi çünkü böylelikle aralarındaki en güçlü kötüyü seçmiş oluyorlardı. Tabi birde kötülerin o hiç bitmek bilmeyen kendini beğenmişlikleri vardı. Bu da bu dövüşler için tek başına bir neden sayılabilirdi. Onlar için ölüm güzel bir şeydi. Ne kadar çok ölüm o kadar mutluluk… Üstelik bu kendi türlerini öldürmek bile olsa… Zaten onlara kötü denmesinin bir nedeni de buydu.
Dışarıdaki savaşı yöneten kişi heyecanla “Ignatius,”diye bağırınca irkildim. Bu benim bu savaşta dövüşebilmem için kullandığım takma isimdi. Buraya gelişim, aralarına girebilmem, bu dövüş için kaydolmam hiç de zor olmamıştı. Hepsini siyah bir pelerinin altında yapmıştım. Benim için en zor olan şey onun rakibim olmasıydı. Özellikle onunla savaşmak istediğimi söylediğimde önce birkaç kötüyle savaşmam gerektiğini eğer bunları yenersem o zaman onunla savaşmaya hak kazanacağımı söylemişlerdi. İstedikleri gibi beş kötüyle savaşmış ve hepsinide yenmiştim.
İyiler savaşmazdı. Hele de kendi aralarında. Yine de kendilerini kötülerden koruyabilmek için dövüş eğitimi alırlardı. Bu yüzden onları –pek kolay olmasa da – yenmiştim. Ve işte şimdi buradaydım!
Perdeyi elimin tersiyle araladığımda onu gördüm. Kumla dolu alanın tam ortasında duruyordu. Omzu dik, yüzü pelerinin altında saklı, bir savaşçı. Son bir kez yüzünü görmek isterdim. Ölmeden önce son bir kez.
Birden aslında yüzünü hiç de görmek istemediğimi hatırlattım kendime. Böylesi daha kolay olurdu ama yine de…
Derin bir nefes aldım ve perdeyi geçebileceğim kadar iyice aralayarak ilk adımımı attım.
Tanrım! Kıyamet günüydü sanki. Kötüler deliler gibi bağırıyor, bir şeylere vuruyor, kahkahalar atıyordu. Alanın tam ortasına doğru yürürken tek tek hepsinin yüzüne baktım. Onların bu hali aslında benim buraya hiç yakışmadığımı ve ait olmadığımı yüzüme vuruyordu sanki.
Kötülerin en kötülerinden oluşan birkaç kötü bir masaya oturmuş ciddi bir tavırla dövüşü bekliyordu.
Yavaş ve kararlı adımlarla tam karşısına geçtim. Sunucu “Hazır mıyız?”diye bağırdı elindeki mikrofona, seyircilere hitaben.
Herkesten “Evet,” onayı gelince sunucu “Dövüş birinizin ölümü ile biter. Eğer taraflardan biri pes ederse yenilmiş sayılır ve öldürülür,”dedi buz gibi bir sesle.
Bütün bunları dinlerken kontrolümü elimde tutmak hiç de kolay değildi. Buradan dakikalar sonrasında bir ölü çıkacaktı ve o ölü ben olacaktım. Yani bu masalın kazananı kötüler olacaktı, öyle mi?
Başımı yukarı kaldırmadan göz ucuyla ona baktım. Başını yavaşça kaldırıp selam verdi ve ismimi fısıldadı. “Ignatius.” Bunu söylerken öyle bir ses tonu kullanmıştı ki korkutucu mu yoksa ölümden önce yatıştırıcı bir ses tonu muydu karar veremedim.