Bu bölümde hikayeyi kahramanın ağzından anlatmayı deneyeceğim, eğer beğenirseniz böyle devam ederim ama beğenmezseniz eskisi gibi yazmaya devam ederim.
*Asya*
İki hafta önce
''Pekala çocuklar, artık gidebilirsiniz. Birazdan size kampı gezdirmesi için birilerini gönderirim.''
Kheiron tarafından yollandıktan sonra elimiz mahkum dışarı çıktık. Bana kalsa orada durup bir kaç bin soru daha sorardım ama istediğimiz her şey olmuyor işte.
Nicholas'la içeride iyi bir uyum içindeydik ama gariptir, yalnız kalınca ikimizde tedirgin olmuştuk. Ara sıra göz ucuyla birbirimize bakıyorduk ve bu bakışmalar hep aynı ana denk geliyordu. İkiz olmanın bir sonucu herhalde.
Böyle bir durumda Vay canına, demek ikizimsin! Var olduğunu hep biliyordum! gibi bir şeyler söyleyip yaşlı gözlerle sarılmamızı beklersiniz değil mi? Ama benim ağzımdan çıkan şey ''Ee, naber?'' olmuştu. Hem de Türkçe.
''Efendim?''
''Pardon, yanlışlıkla Türkçe konuştum. Nasılsın diye sormuştum.''
Bana bakıp sırıttı. Ben de sırıttım.
''Bu durumda ne kadar iyi olunabilirse o kadar iyiyim. Merak ettiğim o kadar çok şey var ki... Mesela ikiz olduğumuz halde nasıl farklı ülkelerde büyüdük? Tamam, annemden isteyerek ya da istemeyerek ayrıldığı-''
Sözünü kestim. ''Emin ol isteyerek bırakmamıştır. Belki kaçırılmışsındır.'' İstemeden biraz sert konuşmuş olabilirim. Ama o annemdi.
''Büyük ihtimalle öyledir.'' Sesi af diler gibiydi. ''Muhteşem gücümüzü tehlike olarak gören bir düşman yapmıştır belki?''
Güldüm. Kahverengi ile ela arası gözlerini bana dikmişti. Ama beni rahatsız etmiyordu. Saçlarımı geriye attım.
''Bir diğer gizemde, kimin çocuğu olduğumuz.''
''Tabii ki. Ama Kheiron'un dediğine göre bu akşam bu gizemde çözülecek.''
''O zamana kadar biraz tahmi-'' Sözümü bitiremeden siyah saçlı bir kız yanımızda bitti.
''Selam! Siz o ikizler olmalısınız. Ben Daphne. Size kampı gezdireyim.''
Nicholas'la bakıştık. Kızın güleç ve şirin bir yüzü vardı. Minyondu. Kıvırcık ve simsiyah saçları kısaydı. Yeşil gözleri vardı. Bu halde oyuncak bebeklere benziyordu.
Birlikte kampı gezmeye gittik.
*Nicholas*
Kampı gezdiğimiz iki saatten sonra ne hissetmem gerektiğini bilmiyordum.
Heyecan? Evet, büyük ihtimalle. Sonuçta bir tanrının oğluydum.
Korku? Antrenman yapan melezleri gördükten sonra beynimde bir ışık yanmıştı. Tehlikedeydim. Beni öldürmek isteyen onlarca şey olacakı ve hepsinin canavar olması gerekmiyordu.
Merak? Öncelikle Asya ile tanışmıştım. Merakımın en büyük kaynağı ikizimdi. Kafamda beynimi patlatacak kadar çok soru vardı. Mesela, aslında Amerikan olmadığıma göre gerçek ismim neydi? Asya İlker veya Murat olabilir demişti. Söylediğine göre bir keresinde anneme erkek olsaydı adının ne olacağını sormuş. O da bu isimleri söylemiş.
Merakımın ikinci nedeni de kimin oğlu olduğumdu. Kulübeleri gezerken tahmin yapmaya çalışmıştım ama... O kadar sıradandım ki, kimsenin oğluymuşum gibi görünmüyordum. Uyku problemim olduğundan -gece yatmaz sabah kalkmaz diye tabir edilen kesimden olduğumdan- Morpheus oğlu bile olamazdım.
''İşte, akşam yemeği!'' diye bağırdı Daphne uzaklardan bir boru sesi duyulduğunda. Demeter kızıydı. Tatlı ve sevecendi, Asya ile muhabbetleri iyiydi, bende sohbet etmekte zorlanmıyordum. Belki kardeşizdir diye düşündüysemde, bu imkansızdı. Olimposlu olan ebeveynim babam olmak zorundaydı. Annem vardı. Varmış. Asya öyle dedi.
''Az kaldı.'' diye kulağıma fısıldadı ikizim.
Kamp ateşine az kalmıştı. Sahiplenilmeye az kalmıştı.
Yemekte Hermes masasına oturduk. Kamp kurallarına göre sahiplenilmeyen kişiler yolcuların -ve hırsızların, bu konu masadaki kişilere dikkat etmemi sağlamıştı- tanrısının masasında konuk edilirdi. Belki bu masada konuk olmayabilirdim, sonuçta Hermes bir tanrıydı, değil mi?
Bir süre sonra herkes tabağında ki yemeğin bir kısmını yanan ateşe atmaya başladı. Yanımda oturan sarışın çocuğa sordum. ''Neden yemeğimizi yakıyoruz?'' Yüzüme bakmadan cevapladı. ''Adak. Tanrılar için.'' Gözlerinden benimle aynı şeyi merak ettiği belli olan ikizime fısıldadım. ''Tanrılar için adak.''
Adak için sıraya girdiğimizde şunu fark ettim: Herkes ebeveyninin adını fısıldıyordu. Benim bir ebevenim olmadığından, daha doğrusu belli olmadığından genel bir terim kullanmayı seçtim. ''Baba.'' diye fısıldadım. Asya'da beni örnek aldı.
Nihayet yemeğimiz bittiğinde Kheiron'un sıkıcı konuşmasını dinledik. Sarışın çocuğun söylediğine göre eski kamp müdürü Bay D.'nin konuşmalarına kıyasla bu bir hiçmiş. Ama tanrılar Olimpos'u kapattığından, Bay D. -Dionysos- da gitmiş. Bu 'kapatma' işini sordum, ama boşver dercesine elini salladı.
''Hadi ama, ne olur söylesen?'' Asya sarışın çocuğa baskı yapmayı denedi ama çocuk artık bize bakmıyordu.
Bir anda herkes kalktı, kamp ateşine doğru koşmaya başladılar. Bizde onlara ayak uydurduk.
Apollon kulübesi kamp şarkılarını söylerken çok keyifliydim. Bir ara bende söyleyeyim dedim ama sözleri bilmediğimi fark ettim. Asya gülmeye başladı. Haksız değildi. Tekrar önüme döndüm ama bu kez herkes bize bakıyordu. Gözlerimin önünde sarı-turuncu ışıklar vardı. Ani bir farkına varmayla kafamı yukarı kaldırdım. Başımın üstünde güneş renklerinde yanan bir daire vardı. Cidden yanıyor gibiydi. Ortasında hafif yukarı doğrultulmuş gergin bir yay ve fırlatılmaya hazır bir ok vardı. Asya'ya baktım. O da aynı durumdaydı. Bana bakıyordu.
On saniyelik sessizlikten sonra Kheiron konuştu: ''Selam olsun size Asya Yıldız ve Nicholas Hudson. Güneşin ve müziğin tanrısı, geleceği gören şanlı okçu Apollon'un çocukları.''
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Son Savaş - Kitap Bir: Abraham Kızı ve Melek ( Percy Jackson fanfiction)
FanfictionSon bir savaş kalmıştı: Gidenleri geri getirmek, kaybolanları bulmak ve sevdiğini almak için son bir savaş.