Bir cellat edasıyla da elini indiriverdi. Ah etti yürürken.
Ya Buse’nin peşinden sonuna kadar gidecek ya da tamamen Buse’yi hayatından çıkaracaktı. Bir vedayı bile çok gören birine kalp emanet etmek yüklerin en ağırı olurdu. Bildiği doğruları sevdiği yanlışlara tercih edemezdi. Aşkta da gurur vardı. Gökyüzündeki Ay kadar olmalıydı Buse. Sadece taşıdığı anlam kadar; sıradan birisi…
Ergün kafasına koymuştu. Unuttum demekle ya da vazgeçtim demekle kalbe söz geçirmek mümkün değildi. Kendini bu yalana inandırmalıydı. Hani deriz ya; “Kendi söylediği yalana herkesten çok yine kendisi inandı.” Diye. İnanmak istiyordu Ergün. Hiç bu kadar kandırılmaya ihtiyaç duymamıştı.
Bir an evvel evine gitmeliydi. Hiçbir şey olmamış gibi duşa girip en sevdiği şarkıları kendi sesinden dinlemek istiyordu. Biraz hızlandı. Boş banklardan uzaklaşıp caddedeki kalabalığın arasında kaybolmak istiyordu. Evine yakın olan caddeye yöneldi. Üzerindeki paltosunu çıkarıp sokağın başındaki çöp bidonuna attı. Omuzundan paltonun yükü düşerken kalbinden de Buse düşmeye başlamıştı. Hem daha ne alabilirdi ki Ergün’den? Bir vedaya sığdıramadığı ne olabilir ki?
Kendini kandırmaya başlamıştı işte. Ama kafasında kurguladığı bu oyunu oynarken beyninin labiretnlerinde şu soruyu soruyordu kendine: “Buse aniden karşıma çıksa ve seni seviyorum diyerek boynuma sarılsa ne yapardım?” Bir iç çekmesinden sonra “Hayır! Buna izin veremem.” diyerek kendince son noktayı koyuyordu. Kendine söylediği yalan yavaş yavaş gerçek bir olay gibi geçmeye başlamıştı sol tarafına.
Caddeye gelince adımlarını yavaşlattı. Sabahları çıktığı zaman selam verdiği ne kadar esnaf varsa hepsine uğramak ve sol tarafını oynadığı oyuna alıştırmak istiyordu. Ee başrolde o vardı sonuçta. Sokağın başındaki antika dükkanından başladı selamlamaya.
“Merhaba Mehmet amca.” diye seslendi. İçeriden kalın ve yılların törpülediği bir ses; “Merhaba oğul, buyur gel bir çayımı iç.” karşılığını verince dayanamayıp içeri girdi.
“Ee oğul kaç gündür nerelerdesin? Hiç sesin çıkmaz oldu. Eskiden gelip halimizi hatırımızı sorardın şimdilerde ise yüzünü gören cennetlik.”
Aslında bir derdinin olduğunu tek seferde anlamıştı Mehmet Amca. Yılların antikacısı olmak sadece eşyalar üzerinde değildi elbet.
“Halletmem gereken işler vardı Mehmet amca. Biraz uzun sürdü, yeni yeni bitiriyorum. Uğraşırken de haliyle yorgunluktan dolayı pek dışarı çıkamadım.”
Mehmet Amca insan sarrafı gibi bir adamdı. İnsanların kurmuş olduğu cümleden tutun da hareketlerinden, bakışlarından şıp diye anlardı ne olduğunu.
“Ee oğul! Uğraş verdiğin şey gönül meselesi ise bitti dediğin yerde yeniden başlar. Unuttum dersin de vazgeçemezsin. Nefes almaktan vazgeçmek gibi bir şeydir bitti demek. Yorulmazsın nefes almaktan ee haliyle sevmekten de. İnsanın kendini kandırmasıdır senin o bitti-bitiyor dediğin şey.”
Ergün şaşırmıştı. Birileri Buse’yi anlatmıştı sanki Mehmet amcaya. Her şeyi biliyor gibi konuşuyordu. Yolunu kaybedenler ve onu tanıyanlar soluğu Mehmet amcanın yanında alırlardı. Ama bu kadarını da beklemiyordu Ergün. Belki de kendisi bilerek buraya gelmişti.
“Yok aslında Mehmet Amca.” Diye gevelerken Antikacı sözlerine devam etti; “Oğul bazen dil susar hal konuşur. Senin şu an dilin değil halin konuşuyor. Aşk alemi birçoğuna yabancı. Sen aşıksın ama maşuk’unu kaybetmişsin.”
“Ben kaybetmedim Mehmet Amca. Maşuk aşık olanı kaybetti.”
Antikacı her şeyden haberim var dercesine Ergün’ü tepeden aşağı süzdü. Muzip gülücüklerden bir tanesini yanaklarından düşürerek; “Eee evlat hal konuşurken dile gerek yok.” Deyiverdi.
Ayşegül’den sonra Mehmet Amca Ergün’ün içini alıyordu. Konuşmaları sadece eşyalardan değil insanlardan da anladığını ayan beyan ortaya koyuyordu. Eşyaları getirenler de insanlar değil miydi? Kim bilir belki de antikaları ona her şeyi anlatıyordu. Yıllara şahit olan antikaların dili vardı belki de. Yıllar değil mi zaten insanın yüzüne yaşananları ince ince nakşeden. Eşyalara da işliyordu elbet. Geçen zaman sadece insanı değil eşyaları da eskitiyordu haliyle. Ayaküstü geçen konuşmadan sonra Ergün müsaade istedi antikacı Mehmet Amcadan.
“Müsaade senindir oğul. Lakin şunu unutma ki; müsaade istemeden gidenlerin bahanesi yoktur.”
Antikacı, Buse’nin gidişini nasıl bu kadar betimleyebiliyordu ki? Dükkandan çıkarken aklına iliştirdiği soruyu kenara itekleyip evin yolunu tuttu Ergün.
Caddeye girerken bütün esnafa selam veririm diye düşünmüştü ama Antikacının söyledikleri kafi gelmişti. Diğerlerine uğramadan sokak ortasından seslenip geçerim diye düşündü. İki tarafı dükkanlarla süslenmiş caddeden geçerken sağ tarafında kalan kitapçıya takıldı gözleri. İçlerinde yazılanlar birer hayal ürünü mü yoksa yaşananlardan ilham alınarak mı yazılmıştı? Bir sürü kitap vardı aşka dair, sevgiliye dair. Hem hakkında bu kadar kitap yazılan aşkı yaşamak neden zor geliyordu ki insanlara? Aklından geçirdikleri şeyler sol tarafında tutup içeriye çekmişti Ergün’ü.İlk rafın hemen başındaki kitabı aldı eline. Kitabı rast gele açtı, gözüne ilişen ilk satırdan okumaya başladı.
"Git benden. Yarım bıraktığın ne varsa yanına kat. Öyle vedalar etmeye de gerek yok. Hakkını helal etmeden git."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
AŞK'IN SON VEDASI #Wattys2017
RomanceGit benden. Yarım bıraktığın ne varsa yanına kat. Öyle vedalar etmeye de gerek yok. Hakkını helal etmeden git.