“İnsanlar...” dedi küçük prens, “...ne aradıklarını bilmeden hızlı trenlere doluşuyorlar. Endişe ve telaşla, aynı yerde dönüp duruyorlar.”
Bir an durakladıktan sonra ekledi: “Çektikleri sıkıntıya değmez bu.”
Bulduğumuz kuyu Sahara Çölünün bilinen kuyularından değildi. Sahara Çölü’ndeki kuyular kumda açılmış çukurlardan ibarettir. Ama bizim bulduğumuz kuyu kasabalardaki kuyulardandı.
Oysa etrafta kasaba filan yoktu. Düş gördüğümü sandım.“Ne kadar garip” dedim küçük prense, “Her şey hazır durumda. Makara, kova, ip, hepsi hazır.”
Güldü. Makarayı çevirmeye koyuldu. Uzun süredir çalışmamaktan paslanmış olan makara, inlemeye başladı.
“Duyuyor musun?” dedi küçük prens. “Kuyuyu uyandırdık. O da şarkı söylemeye başladı...”
Onun yorulmasını istemiyordum. “Bana bırak” dedim. “Senin için fazla ağır.”
Kovayı ağır ağır çektim ve kuyunun kenarına bıraktım. Kovanın içindeki su hala titriyordu ve
makaranın sesini hem kulaklarımda, hem de titreyen suda duyabiliyordum. Güneşin titrek ışıltılarını görebiliyordum.
“Bu sudan içmek istiyorum” dedi küçük prens,“Bana biraz su verir misin?”İşte şimdi onun ne aradığını anlamıştım! Kovayı dudaklarına dayadım. İçerken gözleri kapalıydı. Bir bayram şekeri kadar tatlıydı bu su. Diğer besinlerin hepsinden farklıydı.
Yıldızların altında yapılan bir yürüyüşten, makaranın şarkısından ve kollarımın emeğinden dünyaya gelmişti. Kalbe faydalıydı.
Bir armağandı sanki. Küçük bir çocukken Noel’de aldığım hediyenin güzelliği Noel ağacının ışıltısından, kutlamanın müziğinden, gülümseyen yüzlerin sıcaklığından gelirdi.
“Senin yaşadığın yerdeki insanlar...” dedi küçük prens, “...bir bahçenin içinde binlerce gül yetiştiriyorlar ve yine de aradıklarını bulamıyorlar.”“Doğru, bulamıyorlar” dedim.
“Ve aslında aradıkları şeyi tek bir gülde, ya da bir avuç suda bulabilirlerdi.”
“Evet, haklısın” dedim.
“Ama gözler göremez. İnsanın kalbiyle bakması gerekir.”
Suyu içmiştim. Nefesim yerine geldi. Güneş doğarken kumun rengi bal rengine dönüşmüştü. Bu renk çok hoşuma gidiyordu. Peki ama bu hissettiğim acı da neydi?
Yumuşak bir sesle: “Sözünde durmalısın” dedi yanıma otururken.
“Hangi söz?”
"Biliyorsun. Koyunuma bir ağızlık yapacağını söylemiştin. Çiçeğime karşı sorumluluğum var. Onu korumalıyım."
Ona bir ağızlık çizmek için cebimdeki kağıtları çıkardım. Resimleri görünce gülmeye başladı küçük prens ve: “Baobapların biraz lahanaya benzemiş” dedi.
“Ya?” Oysa ben baobaplarımla gurur duymuştum!
“Çizdiğin tilki... kulakları... sanki biraz boynuza benziyorlar ve çok da uzunlar.” Yine gülmeye başladı.
“Haksızlık ediyorsun küçük prens” dedim.
“Unutma ki, daha önce daha önce sadece iki boa yılanı çizmiştim.”
“Olsun. Bunlar yeterli. Çocuklar anlayacaktır” dedi.
Ben de kurşunkalemle bir ağızlık çizerek ona verdim. Verirken yüreğim sızladı. “Benim bilmediğim planların var senin...”
Ama cevap vermedi küçük prens. Onun yerine bana: “Biliyorsun, Dünyaya inişim... Yarın Dünyaya inişimin yıldönümü” dedi. Sonra ekledi: “Buraya çok yakın bir yere inmiştim.”
Yüzü kızardı. Ve bir kez daha, nedenini bilmediğim bir acı kapladı yüreğimi. Fakat zihnimde bir soru belirmişti.
“Yani sekiz gün önce seninle burada karşılaştığım sabah, insanlardan binlerce kilometre uzakta tek başına dolaşıp durmanın bir nedeni mi vardı? Ait olduğun yere mi dönüyordun?” Küçük prens yine kızardı.
“Belki de yıldönümü nedeniyle geldin buraya, ha?”
Yine kızardı küçük prens. Sorularıma cevap vermemişti. Ama yüzünün kızarması “Evet” anlamına gelmez miydi?
“Ah, sevgili dostum, sanırım biraz korkuyorum” dedim.
Rahatlatıcı bir sesle: “ Şimdi çalışmalısın. Motorunun yanına gitmelisin. Ben seni burada
bekleyeceğim. Yarın akşam yine gel...” dedi.Ama içim rahatlamamıştı. Tilkiyi hatırladım. İnsan birinin kendisini evcilleştirmesine izin verirken, bir parça da ağlamayı göze alıyor demektir.