Odamdaki tek pencereyi açabildiğim kadar açmayı başarmıştım. Rüzgar içeri dolarken bu küçük aptal şehrin havasını içime çektim. Pencere önünde kaç dakika dikildiğimi hatırlamıyordum ama bacaklarım hareketsizlikten sızlayınca dizlerimi karnıma çekip yere oturdum. En az ruhum kadar kararmış gökyüzüne baktım yıldızları görme umuduyla. Yalnızca bir tanesi ulaşmıştı gözüme.
Havadaki tatlı kokuyu hissedince ürperdim; yalnızlığı tüm benliğime kadar hissetmek dışında hiçbir sorunum yoktu.
Yalnızlığım ömür boyuydu, ben yalnızlığa mahkumdum. Bu benim yaşam tarzımdı ve 17 yıldır buna ayak uydurmaya çabalıyordum. Ama eskisinden daha huzursuzdu şimdiki yalnızlık hissi. Bu sefer gerçek anlamda kimsesizdim ve bunu inkar edecek değildim. Yapabileceğim bir şey de yoktu üstelik. Will'de yoktu; ailemin umutlarının kölesi ben olacaktım. Babam gibi hatrı sayılır ve sözü her yerde geçen bir akademisyenin onun gibi biri olabilecek tek çocuğu şimdi bir hiçlikte kaybolmuştu. Cidden ne düşünüyordu ve neredeydi?
Daisy'i unutmak için yeni birini mi arıyordu? Asla bunu yapmaz.
Yoksa Daisy'nin ölümü babasının beklentilerinden kaçmak için bir mazeret miydi sadece? Eh, belki. Ama her ikisi de 17 yıllık hayatım boyunca tanıdığım Will değildi ki. Onu çok fazla tanıma şansım olmamışsa da Will'in kaçmayacağını biliyordum. Daisy olmadan buna cesaret edemezdi.
Dışarıdan gelen tatlı kokular eşliğinde büyük kasvet taşıyan siyah elbisemi çıkarıp gardolabıma özenle astım. Bu elbiseyi ne kadar istekle aldığımı hatırlıyordum. Ama elbette bir cenaze için almamıştım. Aslında ailemin cenazesi için uygun olabilirdi ama Daisy için asla.
Pijamamın üstünü başımdan geçirirken gardolabın üstündeki birkaç fotoğrafla göz göze geldim.
Daisy'le birlikte geçirdiğimiz pek çok anı fotoğraflamış ama pek azını bastırmıştık. Bantla dolabın kapağına yapıştırılmış fotoğraflara bakakaldım.
Birikmiş çok fazla anı var.
Gözlerim özellikle bir fotoğrafa takıldı. Bu anı hatırlıyordum. Beynim bir film makinesinin yaptığı gibi o anı tekrar tekrar oynatıyordu. Anılar, bir pişmanlık duygusuyla beraber geliyorken ağlama isteğimi bastıramıyordum.
------------------ 6 AY ÖNCE ------------------
Daisy'i, başını kanepenin koltuğuna yaslamış bir şekilde dergi okurken buldum. Beni umursamadı bile ama bu tavrını pek önemsemeden karşıda duran süet deri koltuğa oturdum. Süete dokunamaktan nefret etsem ve huylansam da yine bu koltuktaydım işte. Elimin altında hissettiğim deri iç gıcıklayıcıydı; bu huydan nefret ediyordum.
Daisy ters tuttuğu dergiden başını kaldırıp göz ucuyla bana baktı. "Abini seviyorum, biliyorsun değil mi?"
Böyle ani bir çıkış beklemiyordum ama gerçi dile getirmesine gerek yoktu. Bu aşkın gizli olduğu kadar güçlü olduğunu da biliyordum.
Başımı yukarı aşağı sallarken o memnuniyetle gülümsedi. "Öyleyse onu sizin şu sadist, çok sevgili ailenize bırakmayacağımı da biliyorsun." Yerinden kalkarken omuzlarını silkti. "Will'e göre küçük olabilirim ama genç yaşta ölebiliyorsan genç yaşta da aşık olabilirsin."
Haklıydı. Genç yaşta ölebiliyorsan genç yaşta da aşık olabilirsin.
"Nasıl yapacaksın peki?"
Oturduğum süet koltuğa yaklaşıp kulağıma eğildi. "Kaçacağız." Vurguladığı her hecede gözlerim biraz daha açıldı.
"Bu imkansız, saçmal-" Olgunlukla ani tavrımı izledikten sonra sözümü kesti. "Daha denemedik bile, Scala. Hem her türlü riski göze aldık. Sizinkilerin aptal kural ve kısıtlamalarıyla uğraşacak değilim."