Dikkatle adamı izlerken bir şeyler söylemek için ağzımı açtığımda duraksadım. Mantıksızca ve kesinlikle deli zırvaları geliyordu aklıma. Tüm kelimeler kaçıştı; konuşamadım. Yeniden ona baktığımda çok kısa ve çelimsiz gözüktüğümü farkettim. Başım onun burun hizasına denk geldiğini gördüğümde sanki büyük bir hayal kırıklığına uğramışım gibiydi. Kaderin lanet bir oyunu işte. Rüzgarın dağıttığı açık kahverengi saçlarına ve yeni traş olduğu belli olan yüzüne bakarken yine aynı ses tonuyla konuştu. "Ölüm... bir güne çok fazla hüzün sığdırmıyor mu?"
Bir İngiliz. Bunu ilk bakışta, ilk konuşmasında anlayamadığıma inanamıyorum.
"Sığdıramıyor. Üstelik benim kadar duygusal biriyseniz."
"Daha çok umursamıyormuş gibi duruyorsun. Scala'ydı, değil mi? Gün boyu telaffuz etmek isteyeceğim türden bir isim."
Adımı söylediği anda dengemi kaybettim ve düşmemek için mezar taşına daha da yaslandım. Soğuk terlerin sırtımdan yavaş yavaş aktığını, utanç ve merakın hızla yüzüme yerleştiğini hissediyordum. İsmimi onun ağzından duymak garip derecede iyi hissettirmişti. Yumuşak ve nazik bir ses tonuyla söylediği ismim kulağıma dalgalanarak geldi. Genelde haykırılarak, bağırılarak telaffuz edilen ismim şimdi gözüme hiç korkutucu görünmüyordu. İsmim yanında bir emir cümlesi taşımıyordu. Yoksa bu sadece bir yanılsama mıydı? İsmim onun ağzında bir iltifat gibiydi. Gururum okşanmıştı; refleksel olarak başımı eğdim. Tam teşekkür edecekken duraksadım. Ailemin yanında olmadığım sürece bu gereksizdi.
"Adımı nereden biliyorsun? Seninle tanıştığımızı hiç sanmıyorum." Neredeyse fısıltıyla, sona doğru tüm kelimeleri yuttum. Ne söyleyeceğimi unuttum. Bir teşekkür aptalca olurdu. Çünkü o, teşekkürün ne için olduğunu bilmiyordu.
Gülümseyerek bana döndü. Sağ yanağında oluşan derin çukuru farkettim. Bir gamze bu kadar büyük olabilir miydi? Centilmen bir tavırla elini uzattı. "Adım Cecil. Bahar çiçeğinin arkadaşıyım." İçtenlikle sıktı elimi. Amerikalılarında İngilizler kadar nazik olabileceğini göstermek tüm samimiyetimle bende onun elini sıktım. Parmaklarıyla avcumu okşadı.
"Daisy'i nereden tanıyorsunuz?"
Bu sefer ters bir bakış fırlattı bana. "Önemsiz bir soru. Şu an önemli olan yeni ortağımın kim olacağı..." Kaşlarını hafifçe havaya kaldırmış bir şekilde beni süzdü.
Safça baktım adama. "Anlamadım?" Duymamış gibi davranarak tekrar Daisy'nin mezarına döndü yüzünü. Yutkunarak sorumu yineledim.
Omuzlarını silkerek mezar taşının yanına çöktü. "Açık konuşacağım." Ses tonu ciddileşmişti. Gözlerini kısarak bana baktı. "Bu tür şeyler böyle yürür, Scala. Daisy'le bir anlaşma yaptık."
Kıkırdadım ama içimdeki minik şeytan ciddi anlamda korkmam gerektiğini ve koşmak için hazırlanmam gerektiğini fısıldıyordu bana.
"Cidden anlamadım. Daisy'le nasıl bir anlaşma yapmış olabilirsiniz ki?"
"Bu belli bir sistem. Sanırım Daisy sana bundan bahsetmedi. Daisy sana kefil oldu. Karşılığında bende onu koruyacağıma söz verdim. Dinle, burada bir asıl teslimatçı vardır. Asıl teslimatçı, ilk ortağını kendisi seçer bundan sonra da ortağı ölmeden önce kendi yerine geçebilecek birine kefil olur. Eğer ortağı ölürse ki bu çok sık olur; kefil olduğu kişi de onun yerini alır. Ve sonra o kefil olan kişi başka birine kefil olur. Gibi gibi. Karışık bir sistem. " El işaretleriyle olayları belli bir sıraya dizip anlatırken gözlerimi kırpıştırarak onu dinliyordum. Aslında hiçbir şey anlamamıştım. Oldukça iç bayıcı bir konuşmaydı; başka bir şey değil. Cecil konuşmayı bitirdiğinde istemsizce başımı salladım.