"Konuşarakta anlaşamıyorduk susarakta. Ben yazmayı tercih ettim o hiç okumadı."
Nerden başlamam gerektiğine bir türlü karar veremediğim canım hikâyemi en güzel anlatan cümle buydu belki de. Hayatım tam olarak nerde değişti, ben buralara nasıl geldim hiç bilmiyorum. Zaman geçti, hayatıma insanlar girdi çıktı. Baktım ki buradayım.
Ne çok anlatacak şeyim varmış meğer. Ne çok düşünce biriktirmişim. Hepsini yeşil seven adama anlatmayı düşlemiştim aslında. O dinler sanmıştım. Dinler de bir tek o anlar beni. Ama tabii tahmin edileceği üzere noldu. Kaçtı. Neyse oraya sonra geleceğim. Şimdi baştan başlayalım. Farkındalık sürecimin en başından.
Hani yaşarsın da farkında olmazsınya yaşadıklarının. Zaman geçer, yaş alırsın, okula başlar bitirirsin. Bir sistemin içinde toplumun koyduğu kurallara, ailenin istek ve arzularına göre şekillendirilmiş cam fanusun içinde oradan oraya sürüklenirsin de bir gün 'noluyo lan' dersin. Ben aslında kimim, neyim, ne istiyorum? diye düşünmeye başladığın an başlar hayat senin için. Öncesi sen değilsindir. Sen hiç olamamışsındır. Annen, baban ya da bir başkası... Kimi mutlu etmek için çabalarsan onun için yaşamış oluyorsun aslında. "Önce Ben" dediğin vakit olması gerekenin o olduğunu fark ediyor insan. Ben bunu 25 yaşımda hayatıma giren insanların yaşadıklarıyla öğrendim mesela ilginç bir biçimde. Zeki biriyimdir normalde. Ama işte IQ dediğimiz o üç basamaklı sayı pekte bi işe yaramıyor kendine kör olduktan sonra.
25 yaşında, lisans mezunu, iki yıldır işsiz, bir türlü hayalindeki çalışma ortamını ve mutlu olacağı işi bulamayan birde üstüne üstlük dünyada tek başına ayakta duramayacağına inandığı için herkesten köşe bucak kaçan, kendi kabuğuna saklanmış ben; Ege'nin şahane bir kentinde anne, baba ve babaannemle muazzam hayatımı yaşıyordum. Dört buçuk yıl İstanbul'da çılgınlar gibi geçen üniversite zamanından sonra çekirdek ailem ve süper ninecimle yaşamaya alışmıştım aslında. Filmler, diziler ve kitapların varlığıyla zenginleştirdiğim hayal dünyam, birkaç dostum ve duvarları Oğuz Atay, Sabahattin Ali, Cemal Süreya, Frida Kahlo gibi güzide insanlar ve geçmişimin güzel kareleri ile dolu olan on iki metrekarelik odamda mutlu ya da mutsuz bir şekilde hayatımı sürdürüyordum. An'ı yaşama felsefesine inanan, geçmişe takılıp kalmış, geleceğe dair de pek bi umudu olmayan bi insan ne kadar mutlu olabilirse, ne kadar keyif alırsa yaşamdan o kadardı işte.
Sınava hazırlanıyorum diye kandırdım önce kendimi ve ailemi. Sonra iş arıyorum ama bulamıyorum diye. Başaramıyorum, başarısızım diye üzüldüm, pes etmek kaçmak tabiî ki çok kolaydı ve ben hep kolayı seçtim. Paraya ihtiyacım yoktu. Para kazanmak zorunda da değilsem çalışmaya gerek yoktu. 'Sınavlar zor, ders çalışmak en sevmediğim, özel sektör beni napsın, neyim varki diplomamdan başka?' diye kendimi ezebildiğim kadar ezdim. Küçültebildiğim kadar küçülttüm. Saklanabileceğim kadar saklandım. Peki sonra noldu? Tabiî ki de bi bok olmadı. Bi sihirli değnek değip hayatım değişmedi. Bi mucize olup dünyanın karşısına dikilemedim. Ama tabi hayatın benim içinde bir planı vardı ve beni yavaş yavaş uyandırmak için çalışmalara başlamıştı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Maviyi Herkes Sever
Krótkie Opowiadania25 yaşında kendini tanımaya başlamış bir kadının hikayesi..