17.06.1996
Elimi tuttuğu anda onun için her şeyi yapabileceğimi hissettim. Kollarıma verilmeden önce sıradan hastane kokusuyla baş başa iken, birden gelen o yoğun koku içime doldu. Sanki bir daha nefes alınca bu kokuyla karşılaşamayacakmış gibi uzun uzun içime çektim. Hissediyordum. Nefesimi tuttum. Bu masum kokunun hep içimde kalmasını istedim. Diyaframlarımda ki yanma hissiyle amacıma ulaşamamıştım. Nefesimi isteksizce bıraktığım da kaşlarımı çattım. O güzelim koku şimdi oksijenlerin eline mi düşmüştü? Belki de oksijenler kokuyu paylaşmak için kavga ediyorlardı. Derin bir nefes alınca tekrar masumluğun kokusu içime doldu. İstemsizce kıkırdadım. Bebeğimin kokusu bende uyuşturucu etkisi bırakıyordu anlaşılan. Sessizce oksijenlerden özür diledim. Bakışlarım kucağımda ki insan kılığına girmiş meleğe dönerken yüzümde ki hafif gülümseme, yerini koca bir sırıtmaya bıraktı. Eğer böyle bir duygu ile karşılaşacağımı bilseydim 9 ay bekleyemezdim. Küçük hafif kalkık bir burun, ince dudaklar ve henüz rengi belli olmayan bir çift bana bakan göz. Hemşireler bir kaç ay onun sadece beni görebileceğini söylediler. Eğer şu an beni görüyorsa "Tanrım, nasıl bir suç işledim de beni bu deli annenin kollarına bıraktın?" diye düşündüğüne emindim. Kendi uydurduğum cümleye kendimi inandırıp suratımı ciddi olduğunu umduğum bir ifadeye dönüştürdüm. "Bana bak küçük kız, akıllı bir çocuk ve annene deli deme! Dokuz ayın karşılığını böyle mi veriyorsun?" Sesim benden beklenmeyecek kadar otoriter çıkmıştı. Kendimi tebrik ettim. Sonra tebrik eden birine saygısızlık olmaması için tebrik eden kısmıma teşekkürlerimi ilettim. Ne saçmalıyordum ben? Anne olmak kutsal bir duygu değil miydi? Neden duygulanmak yerine her zamankinden daha aptal davranıyordum ki? Gözlerimle odayı tararken hemşirenin bana olan bakışını yakaladım. Sanki karşısında ki yeni doğum yapmış biri değil de yıllardır komada olan, birden bire taklalar atmaya başlayan bir hastaydı. Kadının beni deli zannetmemesi için konuşmam gerektiğini düşündüm. Ne diyecektim ki şimdi? Selam ben kızımı oksijenlerden kıskanan bir anneyim mi? Konuşma düşüncemden hemen vazgeçip tekrar sırıtmaya başladım. Yaka kartından adının Ülkü olduğunu öğrendiğim hemşire yanıma doğru gelip bebeğimi nasıl emzireceğimi gösterdi. Bir kaç dakika sonra minik meleğim yorulmuş ve uykuya dalmıştı. Ülkü Hanım bir kâğıda doğum bilgilerini yazıyordu. 14 Haziran 1996. Gece yarısı. 13 Haziran'ın yerini 14 Haziran'a bıraktığı saat. Aslında tam bir saat öncesinden burada olmama rağmen bazı aksiliklerden dolayı uzun süren bir doğum geçirmiştim. Cinsiyetini ise öğreneli bir kaç dakika oluyordu. Belki de saatler geçmişti. Etrafımda bu koku varken zaman kavramını unutuyordum. Cinsiyet konusuna gelirsek. Modern teknolojiyi destekliyordum ama hayatta bazı sürprizlerin olması onu daha anlamlı kılıyordu. Ya da ben öyle düşünüyordum. Gözlerim tekrar odayı incelerken ne kadar boş olduğunu fark ettim. Beni buraya taşıdıklarında diğer odaların kalabalık olduğunu hatta bazılarının süslendiğini görmüştüm. Tam karşımızda ki oda da ise yeni doğum yapmış kadının kucağında ki bebek ve bebeği dikkatle inceleyen bir baba vardı. Her odada bir tane olması gereken.
Gençtim. Hâlâ da gencim ama yaşadıklarım öyle hissettirmiyordu. Onun, elimde ki çocuğun babasının tehlikesi daha çok çekmişti beni. Diğerleri gibi itaat etmiyordum ona. Kimseye boyun eğmezdim. Onun alışkın olduğu kuralları yıkmaya çalıştım. İlk olarak kendi etrafıma ördüğüm duvarlar kırıldı. Sonra ona ulaşmayı denedim. Onun buzdan duvarları vardı. Kırılmayacak kadar sert, parçalanmayacak kadar kalın duvarlar. Ama hiç pes etmedim. Sonra bir bakmışım ki, ben zaten o duvarların içinde, onunla birlikteyim. O ve onun karanlığı ile birlikte. Onun karanlığında dâhi ışığımın hiç sönmeyeceğini düşünmüştüm. Onunla karanlıklara karışına dek. Ve en dibe düşünce anlamıştım. En parlak ışıklar bile bir gün sönüyordu. Siyah her yeri kaplıyor, nerede olursan ol seni bırakmıyordu. Yalnız kalıyordun. Arkadaşların sana sırt çeviriyor ve en büyük darbeyi ailenden alıyordun. En azından var olduğunu bildiğim bir ailem vardı. Peki, kucağımda ki bebeğin? Bir bebeğe bakmayacağını söyleyen bir babası vardı tabii. Bu hayatta ki terazinin her zaman bir kolu aşağıda kalıyordu. Terazinin boş olan kısmı hep yukarıdaydı. Aşağıda ki kolda ise her zaman yukarıyı imrenen bakışlar atan ağır kısım olurdu. Terazinin eşitlenmesi için yukarıda kalan kefeye küçük taş parçası olan abra konulunurdu. Hafif kefeye konulan küçük taş parçası. Abra...
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Abra
RandomKendime not: Etkileyici bir konuşma sahnesi çıkarsa buraya yaz. İlgi çekici olur falam... (Şu kitabı okuyan varsa okumasın lan ayda yılda bir bölüm yazıyorum)