BİRİNCİ BÖLÜM

38 6 3
                                    

“Hiçbir şeyin yüzde birinin, milyonda birini bile bilmiyoruz.”

(Thomas Edison)

“Bildiklerimin milyonda birini anlayabiliyorum. Anladıklarımın binde birini yazabiliyorum.”

Sorunsuz, savaşsız, mutlu bir dünyada yaşıyormuşuz gibi hissettiren, güneşli bir ilkbahar günüydü. Bir günlüğüne tüm dünyada barış ilan edilmiş, tüm barajlar ağzına kadar dolmuş, tüm fakirler ziyafete davet edilmişti sanki.
Uzun ve kasvetli bir kıştan sonra yüzünü gösteren güneş, insanlara tüm dertlerini unutturmuşçasına yüzlerine birer gülümseme kondurmuştu. Hayatlarının en güzel yıllarını geçirmek üzere İstanbul’a gelen yerli ve yabancı sayısız öğrenciye ev sahipliği yapan Boğaziçi Üniversitesinin bahçesi, bugün de yemyeşil çimlerin üzerine uzanmış boğazdan geçen gemileri izleyen yüzlerce öğrenciyle dolup taşmaktaydı.

İstanbul’un nefes kesen manzarasını dünyanın başka bir yerinde bulmanın mümkün olmadığını herkes bilir. Napolyon’un da dediği gibi dünya tek bir ülke olsaydı başkenti İstanbul olurdu herhâlde. İstanbul herkes için ilham kaynağı değil miydi zaten? Âşıklar, şairler, besteciler, ressamlar, senaristler. Ve tabi ki yazarlar: Paul Theroux, Ernest Hemingway, Agatha Christie İstanbul’dan ilham alanlardan sadece bir kaçı.
Doruk’un üniversitedeki beşinci ve son yılıydı. Okula girdiğinde yıl 2012 idi. Takvim yapraklarının nasıl da bu kadar çabuk, ardı ardına kopup 2017 yılını gösterdiğini anlamamıştı. Bir kaç ay sonra mezun olacağına hiç sevinemiyordu. Bu okul onun en güzel yıllarının, gençliğinin, aşkla tanışmasının, kendini tanımasının simgesiydi. Nasıl bir anda bırakıp gidebilirdi ki? Bu okula geldiği ilk günden çok farklı bir insandı artık. Depresif, toy bir çocuk olarak kapısından girdiği okuldan kendini tanıyan, hayatı sorgulamayı öğrenen, kişiliği yerine oturmuş, kendini bulmuş, yirmi üç yaşında bir adam olarak çıkmaya hazırlanıyordu. Ne zaman canı sıkılsa okulun içinde bulunan Tevfik Fikret’in yaşadığı ve yazarın ölümünden sonra Aşiyan adıyla müzeye çevrilen köşke gider, boğazın nefes kesen manzarasını saatlerce usanmadan izlerdi.

Doruk buradaki manzaraya dalıp gittiğinde, yedi tepeli şehrin üç binin üzerindeki camisinden aynı anda yükselen ve birbirine karışan mukaddes ezgilerle huzur bulurdu. Hafif hafif yüzüne dokunan boğaz rüzgârı onda tek bir his uyandırırdı: ‘huzur’. Buraya gelince her defasında ‘insan burada ölmez’ diye düşünmeden edemezdi. Doruk’un yeryüzünde en sevdiği yerdi burası. Ne zaman canı sıkılsa buraya gelir, geçmişini düşünür, uzaktaki ailesini gözünün önüne getirip şu anda ne yaptıklarını tahmin etmeye çalışırdı.

Her insanın böyle bir sığınağı olması gerekirdi aslında. Kimsenin bilmediği, her şeyden ve herkesten uzak… Kriz anlarında koşarak gidip, yalnızlığın huzurunu hissedebileceği, bazen çekinmeden hıçkıra hıçkıra ağlayabileceği, bazen de bağıra çağıra şarkı söyleyebileceği bir sığınak…

Denize Hasret İstiridyelerHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin