CEPHANE

43 7 2
                                    

İyi bir uyku gibisi yok. Yatağımda doğruldum. Henüz kış gelmemesine rağmen hava soğumuşdu. Yorganı üzerimden atarak kalkıp elbiselerimi giyindim.

Tam dışarı çıkacağım esnada kapı çalındı. Kapıyı açtım Reşit ve Hasan bir şeyler konuşuyorlardı. Kapıyı açtığımı görünce " Kuzen buralar sana emanet biz Albay'ı almaya gidiyoruz" dedi. "Anlamadım ne dedin" dedim. Şaşırmıştım, dün 'hain' diyordu bugün onu buraya getirmeye gidiyor. Ne dedi acaba nasıl ikna etti. Kafamda dolaşıp duran sorularla boğuşurken başka birşey demeden yanımdan uzaklaştılar.

Bir yandan bana 'sende gelir misin?' diye sormadıkları için biraz alınmışken, bir yandan da Albay Arda' nın ikna kabiliyetinden dolayı ona hayran olmuştum. Çünkü kuzenim Hasan gibi fikirleri sabit birinin fikirlerini bir telefon konuşması ile değiştirmek üstün yönetme ve ikna edebilme kabiliyeti gerektirir.

Koridorun karanlığında kaybolan Reşit ve Hasan' ı izlerken, ismimin çağrılmasıyla irkildim.

"Hüseyin oğlum hayırdır sesler duydum ters giden bişeymi oldu" yüzünde merak dolu bi ifade vardı.
"Yok anne ters değil aksine güzel şeyler olacak inşallah" dedim. Geçirdiği bu zor günler annemin merak duygusunu mu keskinleştirdi acaba diye düşündüm bir an. Çünkü annem hiç bir şeyi merak etmez anlatılırsa dinler gösterilirse bakardı. Oysa şimdi, daha gün dahi ışımamışken seslerimizi duyup, merakla buraya kadar gelmişti.
"Ha iyi oğlum iyi güzel şeyler olmasına o kadar ihtiyacımız var ki" dedi ve " ben kahvaltı hazırlamaya iniyorum bugün sıra bende" diye ekledi.

Yine yanılmışdım. Merak etmemiş tesadüf eseri oradaymış.

Annem merdivenlere doğru ilerlerken onun solgunluğa bulanmış herşeyden uzak hayatı geldi bir an aklıma. İşi dışında evden dışarı çıkmıyordu. Sosyal faaliyeti yok diyecek kadar azdı. Sinema, tiyatro, televizyon, gezmek, bunların hiç biri ilgisini çekmiyordu. Babamın zorlamasıyla ayda bir kaç defa akşam yemeğe falan çıkarlardı.

Helikopter sesi duyuldu. Sanırım gittiler. Balkona çıktım. Yavaş yavaş doğan güneş geçenin karanlığını aydınlığa boyamaktaydı. Reşit ve Tuğrul başçavuşu gördüm. Sanırım sadece Hasan ile Yeşim gitmiş.

Biraz balkonda oturdum. Hava artık iyice soğumuşdu, üşümeye başladım. Aşağı indim. Tuğrul ve Reşit kahvaltı yapıyorlardı selâm verip bende katıldım onlara.

"Reşit burda dürbün falan var mı?" dedim soran gözlerle. Reşit den önce Tuğrul cevapladı beni
" Bizde var dürbün de ne yapacaksın dürbünü" dedi hafif bir tebessümle. Sonra Reşit dahil oldu konuşmaya
" Hüseyin yoksa zombileri mi dikizleyeceksin" dedi tiz bir kahkaha ile. Üçümüzde güldük.
" Haklısın Reşit duyduğuma göre zombiler çok seksiymiş" dedim ve devam ettim
" Burası güvenlide dışarıda ne olup bitiyor hiç bilmiyoruz. Surlara çıkıp hiç değilse yakın çevrede kurtarabileceğimiz birileri varsa yardım edelim diyorum" dedim. İkisi de duyduklarından memnun olmuşlardı.

Reşit birşey diyecek gibi ağzını açtı, kafasını kaşıdı ve "silahımız yok ama kılıçlar var onları alalım gerek olursa kullanırız" dedi. Tuğrul
" Mantıklı ama bu iş için en az beş kişi daha lazım ben bizimkilere sorayım gelmek isteyen olursa sekiz on kişiyle güzel bir kurtarma operasyonu yapabiliriz" dedi. Hepimiz iştahlıydık
" Hadi o zaman başlayalım" dedim.

Bahçeye çıktım. Vücudu yakmayan tatlı bir güneş mavi gökyüzünde yerini almıştı. Reşit geldi elinde iki çanta dolusu kılıç vardı.

" Reşit biraz abartmış gibisin" dedim elinde tuttuğu çantaları göstererek.
" Yok ya ne abartması bunlara bakım yapılması lazım dışarı çıkarayın dedim. Kullanabileceğimiz altı tane kılıç var" dedi.
"Evet gençler hazır mıyız" dedi Tuğrul.

İNSANLIĞIN SONUHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin