Sabahın temiz hava kokusuyla uyanmam gerekiyorken havanın neden barut koktuğunu merak ederek açtım gözlerimi. Peluş yorganımı kaldırdım ve sarı kulplu penceremin tozlu camından baktım dışarı oturur vaziyette. Dışarısı toz topraktı her yerde uçuşan birşeyler vardı ama ne bir kuş ne bir polen ne de bir sinekdi. Başkaydı bu parlak ve hızlıydı. Sarımsı ve grimsiydi sanki metal gibiydi. Birden birşey duymadığımı fark ettim ve kulaklarıma dokundum. Yavaş yavaş kendine geliyordu kulaklarım. Uyku sersemliğinden duyduğumun farkında değildim. Tek fark ettiğim silah sesleri...
...Birden yatağımdan fırladım ve koyu kahvemsi parkeme yapıştım koşarken. Şanslıyım ki kafamı bir yere vurmadım. Bir çırpıda ayağa kalktım ve pencerenin kulpuna asıldım. Camı açtım ve silah seslerini daha net duyma başladım. Birisinin bana bağırdığını gördüm.
"İçeri gir! İçeri gir! Çıkarma kafanı sakın.!"
O bir askerdi. Sağa sola baktım ve bir tabur askerle bir kaç kişinin çatıştığını gördüm. Aynı asker hâlâ bana bağırıyordu.
"Kime diyorum evlat. Kapat şu pencer...!"
Konuşurken pusu yerinden kalktı ve bana doğru hareketlendi. Adım atması ile yere düşmesi bir olmuştu. Kafasından havaya doğru dehşet bir kan sıçramıştı. O zaman anladım ki bu sıradan bir çatışma değildi. Bu bir savaştı. Ailem yoktu. Babam göreve çağırılmışdı apar topar. Bundan beş sene önce annem orduda ölmüştü. Ülkeyi terörden korumak için gittiği Pars Dağında şehit düşmüştü.
Penceremi kapattım ve koşar adım dolabımın yanına gittim. Üzerime yeşilimsi bir buluz ve siyah bir kanvas giydim. Üst kata çıktım ve babamın bana emanet ettiği Ak-47 yi elime aldım. Bu sıradan bir tüfek değildi. Dış kaplaması toz pembe üzerine graffiti tarzı 'Ak-47'Turan' yazılıydı yeşil renginde. Namlusunun ucundan aşağı sarkan üç santimlik bir zincir var. Zincirin ucunda ise bembeyaz bir fil dişi çivilenmişti. Silahın namlusundan göze kadar uzanan bir puşi sarılıydı. Bu keleş babamın bana son doğum günü hediyesiydi. Tasarımını bizzat ben yapmıştım. Bu silah, annemi vuran adamı öldüren kişinin kullandığı silahtı. Babam yüksek bir mevla ödeyerek almıştı bu silahı. Ve benden bu silahı ülke tehlikede olduğunda kullanmamı istemişti. Ülke tehlikedeydi.
... Hemen üzerime bir çelek yelek giydim. Üzerine de babamın çok kullanışlı olan dağ yeleğini giydim. Babamın odasına giderken aynamın önünde durdum ve kendime baktım. Saçlarım çok uzundu. Makasla yarım yamalak epey kısalttım. Sonra babamın asker fotoğraflarıyla süslü odasına girdim ve bazayı kaldırdım. Bazadan babamın palasını aldım ve kemerime taktım. Sonra babamın asker pantolonlarını gördüm. Bana uygun olanı seçtim ve kanvası çıkarıp askeri pantolunu giydim. Arka ceplerine dört adet tam dolu şarjör koydum. Kanvasdan palayı alıp askeri pantolunumun sağ cebinin üstünde ki kabzaya astım. Ayağı kalkarken babamın bembeyaz dolabı gözüme çarptı. Orada işime yarayacak bazı şeyler olabileceğini düşündüm. Dolabı açtım. Baştan aşağı süzdüm. Sadece bir anahtar vardı ve anahtarın altında da bir not vardı.
Not babamın yazısıyla yazılmıştı.
Oğlum. Turanım. Seninle adam gibi vedalaşacak zamanımız olmadı. Bu yüzden bu notu sen işdeyken yazıp buraya anahtarın altına koydum. Ben İstanbuldan Diyarbakır'a göreve gideceğim. Umarım bu notu bulduğunda çok geçmiş olmaz. Beni Pars Dağında bul oğlum. Bu anahtarı al ve kömürlüğü aç. Beraber kömürlüğe indirdiğimiz mutfak kapısını hatırlıyor musun? Onun arkasında ki duvarda renk tonu farklı olan bir taş var. Ona dört kez bu anahtarla vur ve bekle. Bir dakika sonra tüm duvar çekilecek önünden ve bir kapı çıkıcak karşına. Bu anahtarla o kapıyı aç. İçeride seni büyük bir yer bekliyor olacak. Oraya gir ve benim ismimi söyle oradaki abilerine. Kim olduğunu anlat onlara. Orada benim yanıma gelirken lazım olacak her türlü malzemeyi bulabilirsin. İsmet Abini bulursan orada sana daha çok yardımcı olacaktır. Sana kavuşma dileğiyle dağda savaşıyor olacağım. Bana ulaş oğlum. Bana ulaş.
Buda ne demek şimdi? Kömürlük mü? Yani kömürlüğümde gizli bir salon mu var? İnanılır gibi değil.
Tam teçhizat hazırdım. Elimde Ak-47 Turanım. Arka cebimde dört adet şarjör, bileğime rahatsız etmeyecek şekilde bağlanmış çok küçük bir çakı, sağ cebime asılı bir pala, çelik yeleğim giyili, bir matara hazır su, üzerimde ki asker ceketinde iki tane el bombası ve gerekli olacağını düşündüğüm bir kaç malzeme daha...
Anahtarı kaybetmemek için bir iple bağlayıp boynuma astım. Camdan dışarıya olduğum yerden bir baktım da herşeyin değiştiğini gördüm. Dünya küçülmüştü resmen toz bulutunun arkasında. Silah sesleri kesilmişti. Bu çatışmanın bittiğini gösteriyordu ama bir savaş içindeysek bu savaşın bittiğini göstermez.
Evin kapısına doğru ilerledim. Küçük delikten sol güzümü kapatıp sağ gözümle baktım. Bina oldukça sakindi. Yavaşça anahtarı çevirdim ve kapıyı açtım. Anahtarı çıkardım ve evden çıktım. Bina demirlerinden aşağı baktım. Yukardan kan damladığını fark ettim. Başımı yukarıya doğru kaldırırken önümden bir ceset düşüverdi. Hızlıca bir kaç adım geriye zıpladım. Sonra bir tane daha. Ve bir tane daha ceset düştü. Bu cesetler düşmüyorlardı. Birileri tarafından aşağı atılıyordu. Ve ayak sesine benzer adım sesleri duymaya başladım. Bir bot veya askeri bir çizme sesi değildi bu. Sanki cıvık cıvık bir sesti. Yukarı bakmaya cesaret edemedim. Katları sırayla temizliyor olmalıydılar. Soğuk kanlılığımı koruyarak hızla merdivenlere koştum. Beyaz mermerler kandan dolayı çok kaygandı ve bu koşmayı bırakın yürümeyi bile zor duruma getiriyordu. Ben aşağı inerken hâlâ cesetler atılıyordu. Yanımdan hızla düşen cesetlerin yüzlerine bakmaya çalışıyorum fakat beceremiyorum. Birden binanın üstünden aşağı sümük tipi bir şey sarktı. Neydi bu böyle? Elimi kaldırmamla sümüğün üzerime doğru ani bir hareketlenmesi vücudumun istemsizce adrenalin salgılamasına neden oldu. Hızlıca palamı çıkartıp sümüğe savurdum. Geri çekilir gibi hareketler yaptı ve yukarı doğru geri çıktı. Kurtulmuştum... Aşağı doğru inerken yanıldığımı anladım. Birden ayağımda aynı sümükten fark ettim. Bileğime dolanıyordu. Palamla ikiye ayırdım sonra da palamın ucuyla ayağımda kalan kısmı çıkarttım. Kafamı kaldırdım ve üç beş tane sümüğün bana doğru geldiklerini gördüm. Tek seferde hepsini palamla doğramıştım. Askerde aldığım eğitim ve babamın evde bana verdiği eğitim sayesinde kendimi savunacak taktiklere ve güce sahip olduğumu bir kaç olayda anlamıştım.
Bir keresinde yolumu kesen torbacıları kolayca savuşturmuştum. İki sene babamın gittiği bir operasyon sırasında beni kaçırmışlardı. Ben kendi gücüm ve aldığım eğitim sayesinde ordanda kurtulmuştum.
Kafamdaki düşünceleri sildim ve bir an önce kömürlüğe gitme kararımı netleştirdim. Artık binanın en alt katındayım. Merdivenin sonunda hemen kömürlüklerin bulunduğu koridor gözüküyordu. Koridorun en sonunda bana bakan kapı benim kömürlüğümün kapısıydı. Sanki bir mayın tarlasındaymışım edasıyla yavaş yavaş ve dikkatlice ilerlerken sağdan bir cesedin hareket ettiğini gördüm. Hemen yanına gittim. Bu Rıfkı amcaydı.
"Turan kaç olum burdan. O şeyler çok iğrençler. Ağızlarındaki hortumlar..." bir kaç kez öksürdü. Belli ki konuşmaya dermanı yoktu. Ne olduğunu? Ne gördüğünü? Ne yaptıklarını sordum?
Karnını gösterdi. Organ yoktu. Kan yoktu. Ama Rıfkı amca ölmemişti. Bu imkansız bu nasıl olur? Diğer cesetleri kontrol ettim hepsi yaşıyordu ama hepsi can çekişiyordu. Canları yanıyordu. Diğerleri Rıfkı amca kadar güçlü değillermiş anlaşılan. Gözlerini açamıyorlar. Varlığımdan bile haberleri yok gibi. Rıfkı amca bunu kimler yaptı? Neler yapıyor bunu böyle?
"Öhöö öhöö... Turan geldiler evlat.Geldiler."
"Kim geldi amca? Kim bunlar bizi bu hale getirebiliyorlar. Nerden geldiler bunlar"
"Dokuzuncu gezegen evlat. Uzaylılar. Uzaylılar."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Dokuzuncu Gezegen
Teen FictionKitabı yazarken genel olarak gerçek hayattan serpinti yapmamaya tamamen kurgulamaya kendi hayal dünyamdan yazmaya çalışıyorum... > Ama hiçbir şey bilindiği veya göründüğü gibi değil... Düşmanım bir insan mı? Yoksa başka birşey mi?