Louis sessizce yaşlanmış ağaçlardan düşen sonbaharın turuncu ve kahverengi renklerine bürünmüş hafif yaş hafif kuru yaprakların rüzgarla etrafa serpilişini izlerken, görüntünün her salise bulanıklaşmasına aldırmadan, avucuna doldurduğu soğuk ve ıslak toprağı kaldırıp yeniden ellerinin arasından dökülmesine izin verdi. Hışırdayan yapraklar herhangi bir insana huzur verebilirdi ama şuan Louis'ye sadece daha fazla acı veriyordu. Sessizlik ilk defa huzur değil, acı veriyordu. Sıcak göz yaşları ardı arkası kesilmeksizin birbirini takip ederken, yağmur gibi toprağa karışmaya devam etti. Efsanevi ve gizemli değildi. Masallara konu olmuyordu ama bir Anka kuşu gibi acı içinde yanıyor, ölüyor ve ardından küllerinden yeniden doğuyordu. Sen, neyi arıyorsan o'sundur. Ardından yeniden ve yeniden kendisi oluyordu. Kaçmak istediği benlik, gölgesi gibi takip ediyordu onu.
Karşısında henüz gerçek bir mezara bile sahip olmayan annesine baktı. Bomboş hissediyordu. Kolları arasındaki boşluğu ve soğukluğu hiçbir şey doldurmuyordu. Dudakları yanarken ve titrerken sayıklamaya başladı. "Geri gel, geri gel, çok yalnız hissediyorum. Çok yalnızım. Hiçkimse kalmadı anne..." son harfi istemsizce uzatırken, hıçkırıklara boğuldu. "Ev bomboş, tıpkı benim gibi. Kimse yok. Kimse yok, lütfen daha fazla dayanamıyorum!" Bağırdığında sesi eko yaparak geri çarptı. Yağmurun işaretçisi gri gökyüzünün altındaki mezarlıkta bir tek o vardı. Her zamanki gibi. Birde onun en değerlisi ve sahip olduğu her şey, toprağın altında sonsuz uykuya yatmıştı. Kollarını saracak kimsesi yoktu şimdi. Sabahları başında uyanmasını söyleyecek kimse yoktu. Doğum günlerinde kendi elleri ile en sevdiği çilekli pastayı yapacak kimse yoktu. Oturma odasında televizyon başında uyuya kalacak kimse yoktu. Kendini hiçmiş gibi hissederken, herşey gibi hissettirecek bir annesi yoktu artık. Onu dünyada gerçekten karşılıksız seven tek varlık, artık yoktu. Geriye sadece bakarak acı çekmesine sebep olacak fotoğraflar ve kıyafetler bırakmıştı.
Derin derin nefesler alarak göz yaşlarını durdurmaya çabaladı ama onlarda tıpkı kendisi gibi inatçıydılar ve tam tersini yaptılar. Gök sanki artık buraya gelmemesini istermişcesine, onu ürkütmek istercesine parlayarak gürlemişti. Louis umursamayarak toprağa uzandı. Ellerini bacakları arasına sıkıştırırken, birkaç dakikanın ardından burnuna damlacıklar düşmeye başlamıştı. Gittikçe hızlandı yağmur. Bardaktan boşalırca yağmaya başladı. Havada tek bir canlının bile uçmasına müsade etmezce yağmaya başladı. Fakat Louis uçmuyordu. Yağmur tarafından gömülmek ise, büyük incelik olurdu.
Tüm kıyafetleri sırılsıklam olana, saçlarından sular akana ve dişleri birbirine çarpıncaya kadar öylece kaldı. Çamur olan toprak üzerine ve yüzüne bulaşmıştı. Hava gittikçe kararmaya başlarken ve zaten neredeyse gözükmeyen güneş ışınlarını ve merhametini üzerlerinden çekerken annesinin mezarına son kez bakarak solgun adımlarla mezarlıktan çıkmıştı. Arada sırada kargaların seslerini duyuyordu. Kargaların seslerine karışan yapraklara şıp şıp diye düşen yağmur damlalarının sesini yada. Ayakkabılarına bulaşan çamura bakarak yürürken birkaç çatırtı sesi duymuş ama kafasını yerden kaldırana kadar ses yol olmuştu. Arkasına dönüp baktığında geride bıraktığı küçük ayak izlerinden başka şey göremedi. Umursamayarak devam ederken birkaç adım sonrasında yeniden duymak o çalı kırılma seslerini, adımlarını hızlandırmasına neden olmuştu.
Bu mezarlık çoğu insana göre ona ürkütücü gelmiyordu. Annesinin ölümüne kadar buranın önünden geçmezken şimdi ikinci evi olmuştu. Belki de ev denilen şey zaten dört duvarla sınırlandırılamazdı. Belki de insanın sadece iki evi oluyordu; biri anne karnı biri ise mezarı.
Tüm bu düşüncelerinin ağırlığı ile iki oda ve bir salondan oluşan retro evine kendini zor atmıştı. Annesi her zaman doksanlardan kalma eşyaları hâlâ kullanmaya bayılırdı. Ceviz ağacından koyu sehpalardan pencerinin önünde duran sallanan sandalyeye kadar çoğu şey atılmamıştı. Louis'te atmayı düşünmüyordu. Hele ki annesinin en sevdiği koyu mavi kupası ve Almanca kitapları ile sallanan sandalyede oturduğunu şuan bile çizebilecek kadar her detayı aklında iken asla atamazdı. Ayakkabılarını çıkarıp kenera koyduktan sonra üzerini çıkarmaya başlayarak banyoya ilerlemişti. Neredeyse suyu ayarlamadan kaynar suyun altına girmiş, derisi birkaç dakika içinde kıpkırmızı olmuştu. Yanaklarında ki çamur hızla akıp giderken, duygularının da akıp gidebilmesini umdu. Keşke suyun bedendeki kirleri temizlediği gibi ruhundakileri de temizleyebilseydi. Ama ruh asla temizlenmiyordu. En kötü yaralar bile bir şekilde silinirken, ruhundakiler kimse tarafından görünmediği hâlde her yerindeydi.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
evil comes when you call my name ∆ larrystylinson
Mystère / ThrillerAy'ın dört evresi vardır; yeni ay, ilk dördün, dolunay, son dördün. Şeytanın da dört evresi vardır; acı, kin, korku ve kibir. Fakat hiçbiri geceyi aydınlatmaz.