Bölüm 1- Ayrı Dünyalar

30 0 0
                                    

Silahı indirdim ve hedeflere baktım. Mükemmel.Artık biraz dinlenebilirim. Etrafımdakilere bir göz atıp şarjörü çıkardım. Silahı belimdeki kemere taktım ve atış salonundan çıktım. Büyük cam kapıların yansımasında bir an durup saçlarımı düzelttim. Sonra ağır kapıyı itip eğitim binasından ayrıldım.

Dışarıda hava çoktan kararmıştı. Karanlık ve soğuk hava bana geçen görevimi hatırlattı, tanıdık kan kokusu sinsice zihnime süzüldü. O cani adam 5 yaşındaki bir çocuğu bıçaklamıştı. O çocuğu nasıl kaçırabilirdi? Sadece parkta oyun oynuyordu... Çocuğu kurtarabilmek için adamın 3 kemiğini kırmıştım. O andaki öfkeyi hayatım boyunca hissetmemiştim. Canlı kurtulduğuna şükretmeliydi. Sağlık görevlileri çocuğu kurtaramamıştı.

Sakinleşmek için İsviçre'nin serin dağ havasını içime çektim. Parolamı tuşladım ve ortak binaya girdim.

Yanan şömineyle sıcacık olan ortak salon çok kalabalıktı. Eğitime daha yeni başlayan çömezler, artık usta saydığımız kıdemliler ve benim gibi gençler. Bu şekilde üç grup olmasına rağmen herkes birbirini kollardı. Burada herkes küçüklerini koruması gerektiğini, ya da büyüklerinden yardım isteyebileceğini bilirdi. Bu, Yuva'yı ev yapan şeydi.

Yuva, güzel ülkem İsviçre'nin yüksek dereceli asker yetiştiren ve onların yönetimini sağlayan bir kurumuydu. Bu askerlere bazı ülkelerde ajan diyorlardı.

Eğer çok yetenekli birisi iseniz ve birileri sizi fark ettiyse, ya da siz bu askerlerden biri olmak isteyip başvurursanız,Yuva'da  bir dizi sınavlara girerdiniz. Eğer sınavı geçerseniz, sekiz yıl sürecek olan eğitime alınırdınız. Bu sekiz yıl süren eğitim süresince Yuva'da kalmak zorundaydınız. Eğitim bittikten sonra kendi evinize çıkabilirdiniz, ama görevleriniz Yuva'daki yetkililer tarafından belirlenirdi.

Babam,  eğitim süresini uzun yıllar önce bitirmiş olmasına rağmen hâlâ burada yaşıyordu. Bir evimiz vardı elbet ama ben birkaç ay sonra eğitimimi bitirince beraber o eve taşınacaktık.

Biraz tedirgin gözüken küçüklere gülümseyerek ders çalışan Taylor'un yanına gittim. Diğer koltuğa oturup "Tarih mi?" diye sordum. Başını sallayarak onayladı. "Maalesef. Sen neredeydin?" Sıkıntıdan karışmış olan el yazısına bakarken "Atış salonunda. Canım sıkıldı, çalışmak istedim. Kathleen olmayınca burası çok sıkıcı." Başını kitaptan kaldırıp "Demek öyle. Yazdım bunu bir kenara." dedi. Güldüm ve "Saçmalama. Sadece, babam ve Kathleen görevde, sen de inekliyorsun; canım sıkılıyor. " dedim. Tabii ki "Yoksa sen benim en iyi arkadaşımsın." demeyi de unutmadım.

Gerçekten de öyleydi.Taylor benden iki yaş büyüktü. Kahverengi saçları ve kahverengi gözleri vardı. Buraya ilk geldiğim zamanlarda ilk tanıştığım kişiydi. Ben o zamanlar çok utangaçtım, o ise soğuk birisiydi. Hâlâ öyleydik ama en azından birbirimizi tanıyorduk. Babamdan sonra beni en iyi anlayan kişiydi. Bu yakınlığımız yüzünden hep sevgili olduğumuzu düşünseler de o benim en iyi arkadaşımdı.

"Baban ne yapıyormuş?" diye sordu.

Kendi ailesiyle anlaşamadığı için buraya gelmişti. Belki en iyi arkadaşım olduğu için, belki de başka bir sebepten; babam onu da çok severdi. O da babamı kendi babası gibi görürdü. Taylor benim babamı paylaşabileceğim tek insandı. Evet, babam söz konusu olduğunda çok kıskançtım.

"Bilmiyorum. Henüz bana ulaşmadı." Babam bu sefer ülke dışı bir göreve gitmişti. Tam olarak ayrıntıları bilmiyordum, ancak savaşla ilgili bir şey olduğundan emindim. Henüz benimle temasa geçmediği için iyi olup olmadığını bilmiyordum, ama şikayet etme hakkım yoktu. Sonuçta bir savaşı engellemeye çalışıyordu.

"İyi olduğuna eminim. Sonuçta en iyi ajanımız o." Güldüm. Babam Yuva'daki en iyi ajanlardan biriydi ama hiç bir zaman bunu kabul etmezdi. Ancak burada oldukça ünlüydü. Ne zaman zor bir iş olsa ona verirlerdi.

"İyi olmasını ummaktan başka bir şansım yok. " Derin bir nefes aldım. "Senin yardıma ihtiyacın var mı?" Sanki Noel hediyesi almış bir çocuk gibi gülümsedi.

"Mel, gerçekten çok iyisin."

Kitaba bir göz atarken anlayışlı bir ifade takındım. Babam hakkında endişelenmemem için Taylor'a tarih çalıştırmaktan başka çarem yoktu. Ki ben tarihten nefret ederdim.

************************************************

"Bence elimizdeki kozları hemen göstermemeliyiz. Bırakın istedikleri kadar korksunlar."

Karşımdaki yaşlı adamların karar vermelerini beklerken önümdeki pencereden Viyana sokaklarında dolaşanlara bakıyordum. İnsanlar ne kadar da saftı. Her şeyin tek bir sözle, bir bakışla değişebileceğini hiç düşünmeden, güvende olduklarını sanarak yaşamaya devam edebiliyorlardı. Halbuki işler tamamen farklıydı.

"Eğer ne düşündüğümüzü bilirlerse ona göre tedbir alabilirler, ama bilmezlerse..." Cümlemin sonunu bilerek getirmedim, bu daima korkutucu bir etki oluştururdu. Cumhurbaşkanı, demek istediğimi anladı ve cümleyi tamamladı."Katılıyorum. İsviçre güçsüz olabilir ama kesinlikle aptal değildir. Açıkça yapılan bir savaş ilanı çok büyük olaylara sebep olabilir."

Savunma Bakanı " Ne yapmamızı önerirsiniz?" diye sordu. Tedirgin olduğu çok açıktı. Savaştan korkan bir adamın bu görevi alması ironikti.

"Şimdilik hiçbir şey. İsviçre'ye cevap vermeyin. Ama tabii ki ülkeyi savunmasız bırakamayız. Savunma sistemlerinin sayısını arttırın."

Kısa süreli bir sessizlik oldu.  Herkes muhtemel bir savaşın sonuçlarını düşünüyordu. Sonunda bu sessizliği Başbakan bozdu:

" Gerekli her şey konuşulduğuna göre, sanırım toplantıyı bitirebiliriz. Hepinize iyi günler."

Herkes  gitmeye hazırlanırken, cumhurbaşkanı ayağa kalktı:

"Beyler, lütfen unutmayın; burada konuşulanları hiç kimse, hiç bir şekilde öğrenmemeli." Gelen onaylama sesleri ile bir baş selamı verip odadan çıktı. Hemen eşyalarımı topladım ve ona yetiştim.

“Çok iyiydi Nicolas. Seninle gurur duydum.” Cevap vermedim. Bu işi övgüler için yapmadığımı o da gayet iyi biliyordu. Konuyu değiştirdim:

“Baba, savaş hakkında sen ne düşünüyorsun?”Bir an için düşündü. Bu ifadeyi biliyordum. Kendini nasıl en iyi biçimde anlatabileceğini düşünüyordu. “Nicolas, beni biliyorsun. Hiçbir zaman savaş yanlısı bir insan olmadım. Ama İsviçre ile aramızdaki ilişkiler iyice gerildi. Eğer mucizevi bir şey olmazsa bir savaş kaçınılmaz.” Anlamadığımı belli ederek başımı salladım. “Anlamıyorum. İsviçre her zaman savaştan kaçınan bir ülke oldu. Şimdi neden kendileri bir savaş çıkarmak istiyorlar?”

Arabaya binerken yüz ifadesi anlaşılmazdı.”Hiçbir fikrim yok. Ama bize saldırırlarsa kendimizi korumak zorundayız.”

Arabada babam telefonla konuşurken ben Avusturya’nın göklerine bakıyordum. En sevdiğim renkte olan mavi göklere. Bu göklerin savaşla gri renge dönüşmesi hayatımda en son isteyeceğim şeydi. Bu rengi korumak için hayatımı bile feda edebilirdim.

Dünyayı Değiştiren AşkHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin