4.bölüm

141 0 0
                                    

Annemin dedemi o kadar sevdigi halde dedemin onu hiç sevmedigini biliyordum. Dedemin yanindayken mahsus annemden söz ediyordum. O hep surati asik, dinliyordu beni, hiç bir sey söylemiyordu. Bir gün annemin onu o kadar sevdigi, hep

ondan söz ettigi halde, onun annemi niçin hiç sormadigini sordum. Dedem kizdi, kovdu beni. Gitmedim, kapinin disinda bekledim. Biraz sonra açti kapiyi, içeri çagirdi. Ama hiç konusmuyordu benimle, çok kizgindi. Sonra Tan-rinin Yasalarini okumaya basladigimizda gene sordum: «Isa birbirinizi sevin, birbirinizin suçlarini affedin dedigi halde siz niçin affetmiyorsunuz anenemi?» Birden köpürdü, bunlari bana annemin söyledigini bagirdi, kolumdan tutup disari atti, bir daha onun evine gelmememi söyledi. Ben de zaten bir daha gelmeyecegimi söyledim, çikip gittim... Devrisi gün o evden çikmis zaten... Nikolay Sergeiç pencereden yana dönerek, -  Yagmurun çabuk   geçecegini   söylemistim, dedi, bakin, günes çikti... gördün mü Vanya? Anna Andreyevna asiri bir saskinlikla bakiyordu ona, o ana kadar uysal, sessiz yasli kadinin gözlerinde birden bir nefret pariltisi belirmisti. Nelli'yi sessizce tuttu elinden, kucagina oturttu. -  Bana anlat yavrum, dedi, ben dinliyorum seni... Varsin kalpsizler... Sözünün sonunu getiremedi, aglamaya basladi. Nelli korku içinde, sasirmis, bana bakti. Ihtiyar da bakti bana, omuz silkecek oldu, ama birden arkasini döndü. -  Devam et Nelli, dedim. __ Üç gün gitmedim dedeme. Annem de bu ara iyice fenalasmisti. Paramiz hiç kalmamisti, ilâç alacak paramiz da yoktu. Günlerdir agzimiza bir lokma ekmek de koymamistik. Ev sahipleri vermiyordu artik: Onlarin da parasi kalmamisti. Üstelik hep onlarin yemegini yiyoruz diye sitem etmeye baslamislardi bize. Üçüncü gün sabahleyin kalktim, giyinmeye basladim. Annem nereye gidecegimiSsordu. Dedeme, para istemeye, dedim. Sevindi. Anneme dedemin beni evinden kovdugunu, bir daha oraya gitmek istemedigimi söylemistim. Çok yalvarmisti bana ama ka- rarimdan dönmemistim. Gittim... dedem evini degistirmisti. Yeni evini aramaya koyuldum. Beni görünce küplere bindi. Annemin çok hasta oldugunu, ilâç almak için elli köpege ihtiyacimiz oldugunu, kaç gündür    agzimiza bir lokma yiyecek koymadigimizi söyledim. Dedem kolumdan: tuttugu gibi disari firlatti beni, arkamdan da kapiyi kilitledi. Beni disari atarken, merdivende oturacagimi, para verinceye kadar merdivende   bekleyecegimi   söylemistim ona. Oturdum merdivene. Biraz sonra kapiyi açti benim orada oturdugumu görünce gene kapadi. Aradan uzun zaman geçtikten sonra gene açti, beni gene orada görünce; gene kapadi. Sonra birkaç kere daha açip kapadi. Sonunda Azorka'yla çikti, kapiyi kilitledi, bir sey söylemeden, geçti yanimdan. Ben de bir sey söylemedim, hava kararincaya kadar öyle oturdum orada. Anna Aleksandrovna, -  Yavrum... diye haykirdi, soguk degil miydi? Demek merdivende oturdun ha... Nelli, -  Mantom vardi, dedi. -  Manto olsun... Zavallim, ne kadar aci çekmissin!... Peki deden olacak adam ne yapti ? Nelli'nin dudaklari titremeye baslamisti, ama büyük; çaba harcayarak tutuyordu kendini. -  Iyice karanlik olmustu geldiginde. Görmedigi içini çarpti bana. Birden «Kim o?» diye bagirdi. Benim, dedim. Beni çoktan gitmis saniyordu galiba, sasirdi, karsimda bir süre kalakaldi. Birden bastonunu yere vura vura kostu, kapiyi açti, bir dakika sonra getirip bir   avuç beslik atti yere. «Al, diye bagirdi, bütün param bu.
Annene de onu lanetledigimi söyle.» Içeri girip gene kilitledi kapiyi. Paralar merdivenden asagi    yuvarlanmisti.    Karanlikta aramaya basladim onlari. Dedem paralan karanlikta bulamadigimi anlamis olacak, biraz sonra elinde mumla disa-

ri çikti, hemen topladim yerlere yuvarlanan paralari. De-dem de yardim etti bana, hepsinin yetmis köpek olacagini söyleyerek içeri girdi. Eve gelip paralari anneme verdim, «durumu gittikçe kötülesiyordu. Ben de bütün gece hastaydim; devrisi gün atesim çikti. Ama aklima koymustum... dedeme çok kiziyordum çünkü. Annem uyuyunca disari çiktim, dedeme gidiyordum, ama gitmedim. köprüde durdum. O sirada o adam geçti... -  Arhipov'u söylüyor, Nikolay Sergeiç, dedim. Tüccarla Bubnova'nin   evine gelen,    patakladigimiz adam... "Nelli'yi ilk kez o zaman görmüs... Devam et Nelli. -  Durdurdum onu. bir ruble istedim. Yüzüme bakip «Bir ruble mi?» diye sordu. «Evet,» dedim. O zaman güldü. «Benimle gel», dedi. O sirada yanimizdan altin çerçeveli gözlügü olan yasli bir adam geçiyordu. Konusmamizi duymustu. Durdu, niçin ille de bir ruble istedigimi, bu kadar parayi ne yapacagimi sordu. Annemin hasta oldu-gunu, ilâç almak için bir ruble gerektigini söyledim. Nerede oturdugumuzu sordu, adresimizi yazdi, sonra çikarip kâgit bir ruble verdi bana. O adamsa, ihtiyarin yanimiza geldigim görünce kaçmisti. Bir dükkâna gidip parayi bozdurdum, otuz köpegini bir kâgida sarip annem için ayirdim, geri kalan yetmis köpegi de avucumda sikip dedeme yollandim. Kapiyi açip içeri girdim, esikte durup paralari dedemin suratina dogru firlattim. Hepsi yere düstü... «Alin paralarinizi, sizin paraniza ihtiyaci yok annemin, lanetliyorsunuz onu çünkü.» Kapiyi hizla çekip çiktim, kosarak eve geldim. Kizin gözleri parliyor, içten bir meydan okumayla ihtiyara bakiyordu. Anna Andreyevna Nikolay Sergeiç'e "bakmadan, Nelli'yi bagrina basarak, -  Iyi ettin, dedi, çok iyi ettin ona. Deden hain, kalp-siz adamin biriymis... Nikolay Sergeiç, -  Himm... diye mirildandi. Anna Andreyevna sabirsiz, -  Sonra, anlatsana sonra ne oldu? diye sordu. -  Artik hiç gitmiyordum dedeme, o da bana gelmiyordu. -  Peki annenin durumu nasildi? Ah zavallilar, zavallilar. Nelli titrek bir sesle devam etti: -  Annem gittikçe fenalasiyordu. Artik pek seyrek kalkabiliyordu yataktan. Paramiz bitmisti; ben de yüzbasinin karisiyla çikiyordum artik. Yüzbasinin karisi evleri dolasir,  sokakta üstü basi  düzgün  insanlari  durdurur, onlardan para dilenirdi. Dilenci olmadigini söylerdi bana. Yüzbasinin karisinin, ayni zamanda yoksul olduklarini gösteren   yazili   kâgitlari   varmis   elinde.   Bu kagitlari gösterir, öyle   para dilenirdi.   Sonra,   kisinin   herkesten dilenmesinde   utanilacak   bir   yan    olmadigini   söylerdi   bana.   Ben   de   onunla   beraber   çikardim,   topladigimiz   parayla geçinirdik. Annem bunu duydu:    Kiracilar yüzbasinin karisinin dilenci oldugunu söylemisler ona. Ev sahibimiz Bubnova beni dilendirmektense onun yanina  vermesini   söyledi   anneme.   Daha   önce   de   birkaç kere anneme para yardimi yapmak istemis, annem almayinca, «Amma da gururlusunuz» demis, bu kez yemek yollamisti. Annemden beni isteyince annem vermedi, agladi, korktu. Bubnova hakaret etmeye basladi ona. Sarhostu günkü. Benim zaten dilencilik ettigimi, yüzbasinin karisiyla kapi kapi dolasip sadaka dilendigimi söyledi. Hemen o gece de yüzbasinin karsini kovdu evden. Annem bunu duyunca aglamaya basladi, birden firladi yataktan, giyindi. "elimden tuttu, disari götürüyordu. Ivan Aleksandroviç durdurmak istedi onu, ama dinlemedi, çiktik. Annem zor yürüyordu. ikide bir duruyor, oturup dinleniyordu, ben de tutuyordum onu. Annem dedeme gittigini söylüyordu. Ge-

ce geç oldugu halde, «Dedene götür beni», diyordu. Birden büyük bir caddeye çiktik. Bir evin önünde bir kupa arabasi duruyordu. Giren çikan çoktu eve. Pencerelerde isik vardi. Müzik çaliyordu içerde. Annem durdu, kolumdan tuttu: «Nelli, dedi, ömrün boyunca yoksul ol, ama seni çagiran varlikli bir insanin yanma gitme. Orada iyi yasayabilirsin, güzel güzel giysilerin olabilir, ben istemiyorum bunu. Kötü, hain insanlardir onlar, sana vasiyetim su olsun : Yoksul ol, çalis, dilen, ama seni yanina almak isteyen birisi olursa gitme, istemiyorum size gelmem de...» Nelli, heyecandan titreyen sesiyle - yüzü kipkirmizi olmustu, -  Hastayken annem söyledi bunu bana, ölünceye kadar dinleyecegim sözünü, diye ekledi. Çalisacagim. Sizin yaniniza da çalismak, hizmetçilik etmek için geldim, kiziniz olmak istemiyorum, Anna Andreyevna Nelli'yi siki siki kucaklayarak, -  Yeter, yeter artik yavrum! diye    bagirdi. Bunu söylerken hastaydi annen. Ihtiyar sert bir sesle, -  Akli basinda degildi, dedi. Nelli ihtiyara dönerek ayni sertlikle cevap verdi : -  Olsun varsin! Akli basinda olmasa bile, öyle vasiyet etti bana, yapacagim söyledigini,    ömrümün sonuna kadar yoksul olacagim. Bunu bana söylerken bayilmisti bile...
Anna Andreyevna, -  Tanrim! diye haykirdi. Hasta hasta kis günü sokakta. .. -  Polise vermek istediler bizi, ama bir adam girdi araya, nerede oturdugumuzu sordu, on ruble verdi bana, annemi kendi arabasiyla eve götürmemi söyledi. Ondan sonra bir daha yataktan kalkmadi annem, üç hafta sonra da öldü. Ezilenler - F : 26 Anna Andreyevna, -  Peki ya babasi? diye haykirdi. Affetti mi onu? Nelli kendini tutmaya çalisarak, -  Affetmedi! Ölmeden bir hafta önce yanma çagirdi beni annem «Nelli, dedi, dedene bir kere daha git, gelip beni affetmesi için yalvar ona. Birkaç gün sonra ölecegimi, seni yetim birakacagimi söyle ona. Ölmek istemedigimi de ekle...» Gidip dedemin kapisini çaldim, açti, beni görür görmez yüzüme kapamak istedi    kapiyi, ama iki elimle engel oldum ona, «Annem ölüyor, diye bagirdim, sizi görmek istiyor, gidelim!..» Ama itti beni, kapiyi kapadi. Eve döndüm, annemin yanina    uzandim, hiç bir sey söylemedim ona... Annem sarildi bana, o da hiç bir sey sormadi... Nikolay Sergeiç masaya dayanarak ayaga kalkti, hepimizi tuhaf bir bakisla süzdü, dizlerinde derman kalmamis gibi koltuguna yigildi gene. -. Ölmeden bir gün önce ise yanina çagirdi beni annem, elimden tutup, «Bugün ölecegim Nelli,» dedi, daha bir seyler söylemek istiyordu, ama söyleyemedi. Gözlerinin içine bakiyordum, sanki görmüyordu beni, sadece elimi avucunda sikiyordu. Yavasça çektim elimi, evden çiktim, kosarak dedeme gittim. Beni görünce birden ayaga kalkti, korkmus gibi yüzü bembeyaz oldu. Titremeye basladi. Elinden tutup «Ölüyor», dedim. Birden heyecanlandi ; bastonunu kapip arkamdan kostu, sapkasini bile unutmustu, oysa çok soguktu disarisi. Ben aldim sapkasini, merdivenleri inerken basina giydirdim. Acele ediyordum, annem ölmeden yetismemiz için bir araba tutmasini söyledim, ama cebinde olup olacagi yedi köpek vardi. Arabacilari durduruyor, pazarliga girisiyordu, ama arabacilar söyledigi fiyata sadece gülüyorlardi. Azorka'ya da gülüyorlardi, çünkü hayvan sokaklarda bizimle beraber kosuyordu. Dedem yorulmustu, sik sik soluyordu, ama dur- 403 muyor, acele ediyordu. Birden yere yuvarlandi, sapkasi düstü basindan. Kaldirdim onu, gene giydirdim sapkasini, koluna girdim, yürümeye basladik. Eve geldigimizde gece yarasi olmak üzereydi.. Annem ölmüstü. Dedem onu görünce ellerini birbirine vurdu, titremeye basladi, basina dikildi. Hiç bir sey söylemiyordu. O zaman annemin yanina gittim, dedemi kolundan tutup «Gör iste, hain, kalpsiz, merhametsiz adam!.. diye bagirdim. Gör!» Dedem bir çiglik atip yere yuvarlandi... Nelli Anna Andreyevna'nin kucagindan kurtulup ayaga firladi; yüzü bembeyaz, odanin ortasinda durdu. Dehset içindeydi. Ama Anna Andreyevna ona dogru atildi, gene kucakladi onu, heyecanla bagirdi: -  Ben, ben olacagini senin annen simdi Nelli, sen de benim kizini! Alip basimizi gidelim buradan, bu insafsiz insanlarin yanindan! Varsin herkesle alay etsinler, Tanri cezalarini verir... Gidelim Nelli, gidelim buradan!.. Yasli kadini o zamana kadar böyle bir durumda hiç görmemistim. Hem onun bir gün bu kadar heyecanlanacagini da aklimin ucundan geçirmezdim. Nikolay Sergeiç koltugunda hafifçe dogruldu, sonra ayaga kalkti, kesik kesik bir sesle, -  Nereye gidiyorsun Anna Andreyevna? diye sordu. Yasli kadin bagirarak cevap verdi : -  Onun yanina. Nelli'yi elinden tutarak kapiya dogru yürüdü. -  Dur, dur, bekle!.. -  Bekleyecek bir sey yok, hain adani! Ben de o da çok bekledik... hadi hosça kal. Anna Andreyevna böyle cevap verdikten sonra dönüp kocasina bakti, bakmasiyla donup kalmasi bir oldu: Nikolay Sergeiç sapkasini giymis; güçsüz, titreyen elleriyle paltosunu sirtina geçirmeye çalisiyordu. Anna Andreyevna böylesine bir mutluluga inanamiyormus gibi kocasina404 kuskuyla bakarak ellerini dua    ediyor    gibi birlestirdi önünde: -  Sen... Sen de mi geliyorsun? diye haykirdi. Ihtiyar bagrindan kopan bir iniltiyle, -  Natasa, Natasa'm nerede? dedi. Nerede o? Kizim nerede? Natasa'mi verin bana! Nerede o, nerede? Ona uzattigim koltuk degnegini kapip kapiya kostu. Anna Andreyevna, -  Affetti, Affetti! diye bagiriyordu. Ama ihtiyar kapiya kadar gitmemisti ki, kapi birden açildi, Natasa daldi içeri. Gözlerinin içi parliyordu, yüzü bembeyazdi. Iliklerine kadar islanmisti. Basörtüsü omuzlarina kaymis, karmakarisik saçlarinda yagmur taneleri parliyordu. Kosarak girdi içeri, babasini görünce ayaklarina kapandi, kollarini uzatti ona. IX Ihmenev, Natasa'yi kaldirmis, kucaklamisti bile. Çocuk gibi kucagina aldi onu, koltuguna götürdü, oturttu, bu kez o önünde yere kapandi. Ellerini, ayaklarini öpüyordu. Onu, kizini, Natasa'sini yeniden yaninda gördügüne inanamiyormus gibi acele acele öpüyor,
kucakliyordu onu; seyretmeye doyamiyordu! Anna, Andreyevna Natasa'nin basini gögsüne bastirdi, bir sey söylemeden öyle kaldi. Ihtiyar, Natasa'nin ellerini tutup soluk, zayif ama güzel yüzüne, nemli gözlerine tutulmus gibi bakarken heyecanli heyecanli, - Yavrum!... hayatim!... Her seyim!... diyordu. Biricik kizim! Bir an susup Natasa'nin yüzünü tatli tatli seyrettikten sonra, hâlâ yere diz çökmüs, bir durumda bizlere dönerek çocuksu bir gülümsemeyle, çabuk çabuk konusarak,

-  Zayifladigim söylemislerdi bana! dedi. Zayif olmasina zayif, yüzünde de renk kalmamis, ama baksaniza gene de ne güzel!... Yüregini parçalayacak    gibi olan bir sizi yüzünden ,bir an sustuktan sonra, -  Böyle eskisinden de güzel! diye ekledi. Natasa, -  Kalkin baba! dedi. Hadi kalkin artik. Ben de sizi öpmek istiyorum!.. Ihtiyar sevgiyle kucakladi kizini. -  Oh yavrum! Duydun mu Annuska, duydun mu ne diyor? Hayir Natasa, hayir, beni affettigini kalbim anlayincaya kadar yatacagim ayaklarinin    dibinde. Kendimi sana affettirmem çok güç çünkü! Seni evlâtliktan attim, lanetledim... duyuyor musun Natasa, lanetledim. . yapabildim bunu!   Ya sen Natasa, ya sen... seni lanetledigime inandin! Inandin buna degil mi, inanabildin? Inanmama-liydin! Hiç inanmamaliydin! Çok insafsizsin! Niçin gel-medin bana?  Seni nasil karsilayacagimi  bilmiyor muydun? Ah Natasa, eskiden seni nasil sevdigimi biliyorsun! Kaçtiktan sonra eskisinden yüz    kat, bin kat daha çok sevmeye basladim! Yüregim sevginle doluydu! Ruhumu, kalbimi parça parça ederek ayaklarinin altina serebilirdim... Ah canim! Natasa, mutluluktan bitkin, zayif bir sesle, - Öyleyse dudaklarimdan öpün beni, zalim babam benim; annem gibi yanaklarimdan öpün! Ihtiyar, kiziyla uzun uzun kucaklastiktan sonra, -  Gözlerinden de, dedi. Gözlerinden de!  Hatirliyor musun eskiden nasil öperdim    gözlerinden? Oh Natasa! Düsünde hiç gördün mü bizi? Ben seni hemen hemen her gece görüyordum düsümde. Her gece    geliyordun bana, basini gögsüme dayiyordun, agliyordum. Bir keresinde de küçüklük halinle geldin. Hatirliyor musun, on yasinday- dm daha, piyano çalmaya yeni baslamistin... iste o halinle. Eteklerin kisa kisaydi, cicili biciliydi pabuçlarin, ellerin pamuk gibi... O zamanlar ne güzeldi elleri, degil mi Annuska? Gelip dizime oturdun, kucakladin beni... Ah ne yaramazsin sen Natasa! Demek seni lanetledigimi, gelirsen kapiyi yüzüne kapayacagimi sandin ha!... Dogru, Ben... bak Natasa: Sik sik geliyordum sana ben, annen de bilmiyordu bunu, hiç kimse bilmiyordu. Pencerenin dibinde durup bekliyordum. Oturdugun evin avlu kapisinin önünde bazan saatlerce bekledigim oluyordu ! Çikarsan hiç olmazsa uzaktan göreyim seni diye... Aksamlari çogunlukla isik oluyordu pencerende; ah Natasa, pencerendeki isigi, gölgeni görebilmek, seni kutsamak için kaç gece bekledim karsi kaldirimda! Sen de beni kutsuyor muydun? Hiç düsünüyor muydun beni? Pencerenin dibinde bekledigimi hissediyor muydu o küçük kalbin? Soguk geceler kaç kere çiktim yukari, tatli sesini duyabilir miyim diye kapini dinledim! Gülüsünü duymak istiyordum... Lanetledim ha! Inan ki c- gece affetmek için geldim sana, ama kapidan döndüm... Ah Natasa! ihtiyar ayaga kalkti, Natasa'yi da kaldirdi, kucakladi, bagrina basti. - Gene burada, gene kalbimin içinde! diye bagirdi. Ah Tanrim, sana sükürler olsun. Gazabin için de nimetlerin için de sükürler olsun sana!... Deminki yagmurdan, gök gürültülerinden sonra simdi piril piril parlayan günesin için de!... Su mutlulugum için sükürler sana! Ah! Varsin hakarete ugramis, ezilmis, onurlari bir paralik edilmis olalim, gene beraberiz ya... Varsin bize hakaret edenler gülsünler arkamizdan! Istedikleri kadar çamur atsinlar bize! Korkma Natasa... El ele yürüyecegiz seninle, söyle söyleyecegim onlara: «Biricik kizimdir bu benim, masum yavrumdur; hakaret ettiniz ona, küçük düsürdü-

nüz, ama ben seviyorum onu, hayatimin sonuna kadar da kutsayacagim.» Natasa babasinin kollari arasindan elini bana uzata-rak, -  Vanya, Vanya!... dedi. Ah! O anda beni hatirlayisini, yanina çagirisini hiç unutmayacagim! Ihtiyar, çevresine bakinarak, -  Nelli nerede? dedi. Anna Andreyevna, -  Nerede o? diye haykirdi, yavrum! Tabii, hiç ilgilenmedik ki onunla!... Nelli odada yoktu, sessizce yatak odasina geçmisti. Hepimiz oraya gittik. Kösede, kapinin arkasina saklanmis, ürkek ürkek bakiyordu bize. Ihtiyar onu kucaklamak isteyerek, -  Nelli, dedi, ne oldu sana yavrum? Kiz dalgin dalgin bakiyordu Nikolay Sergeiç'e. Sayiklar gibi, - Annem, dedi, annem nerede? dedi. Titreyen kollarini bize dogru uzatarak, gene, -  Annem, benim annem nerede? diye haykirdi. Korkunç bir çiglik atarak yere yuvarlandi... B î T l S
SON   ANILAR Haziranin ortalari. Sicak, bogucu bir gün, kentte kalmak pek güç: toz, kireç, onarilan evler, kizgin taslar, rutubet... Ama alin size mutlu bir haber! Uzaklarda bir yerde gök gürledi; gökyüzü yavas yavas bulutlarla kaplandi. Hafif bir rüzgâr kentin toz bulutlarini önüne katip götürüyor. Birkaç iri yagmur tanesi düstü yere. Arkasindan gök delindi sanki, bardaktan bosanircasina yagmur yagmaya basladi. Yarim saat sonra yagmur durup gene günes çiktiginda küçük odamin penceresini açtim, temiz havayi hasta cigerlerime çektim. Kalemi kaldirip atmayi, isi gücü birakip Vasilyevski'de bizimkilere gitmeyi öyle istiyordu ki canim. Çok istedigim halde, yendim bu istegimi, gene kâgidin üzerine egildim. Ne pahasina olursa olsun bitirmeliydim elimdeki isi! Yayinevi sahibi öyle emretmisti, yoksa para vermezdi bana. Bekliyorlardi beni orada. Aksama serbest, rüzgâr gibi özgür olacaktim. Iki gün iki gece çalisarak uzun öykümün üç buçuk formasini yazmamin mükâfati olacakti bu aksam... Iste sonunda bitti isim; kalemi birakiyorum elimden, ayaga kalkiyorum, sirtimla gögsüm agriyor, basim dönüyor. Sinirlerimin çok bozuk oldugunu biliyorum; yasli doktorumun son sözleri çinliyor kulagimda: «Hayir, hayir, insan sinirleri böyle bir çalismaya dayanamaz, olmaz bukadar!» Ama pekâlâ oluyor iste! Basini fena halde dönüyor. Ayakta zor duruyorum. Ama mutluyum, yüregim öyle hafif ki! Öykümü bitirdim artik. Yayin evi sahibi, ona çok borçlu oldugum halde, kitabi elinde görünce hiç degilse biraz para verecektir bana... en azindan elli ruble

verir gene; oysa çoktan beri bu kadar parayi bir arada görmedim! Özgürlük ve para!,. Sapkami kaptim, eserimi koltugumun altina aldim, saygideger Aleksandr Petro-viç'imi evde yakalamak için aceleyle çiktim. Tam çikarken yakaladim onu. O da edebi olmayan, ama hayli kârli bir isi henüz bitirmisti. Iki saattir çalisma odasinda beraber oturdugu marsik gibi kara bir Yahudiyi nihayet sepetledikten sonra içtenlikle sikti elimi; o tatli, kalin sesiyle sagligimi sordu. Çok iyi bir insandi; ne yalan söyleyeyim, çok sey borçluydum ona. Edebiyat dünyasinda bir yayin evi sahibi olmaktan ileri gidemediyse kabahat onda mi... Edebiyata yayin evi sahibinin de gerektigini zamaninda anlamis, kendini bu yola adamisti. Gurur duymaliydi bundan. Öykünün bittigini ögrenince tatli tatli gülümsedi; derginin gelecek sayisinin simdiden hazir olmasi sevindirmisti onu. Benim kirk yilda bir kere bir isi zamaninda bitirdigimi söyleyerek hos bir nükte yapti. Söz verdigi elli rubleyi bana sunmak için kasasina gitti, ama bu arada muhaliflerin kalin bir dergisini de uzatti bana. Derginin elestiri sayfasinda son romanim üzerine iki satirlik bir yazi vardi. Baktim, «Kopyaci»nin yazisiydi bu. Yermesine yermiyordu beni, ama ögmüyordu da; gene de sevinmistim. «Kopyaci» eserlerimin «ter koktugu»nu söylüyordu. Yazilarimin, romanlarimin üzerinde o kadar çalisiyormusum ki, insana bikkinlik geliyormus. Yayin evi sahibi de ben de kahkahalarla güldük. Bundan önceki öykümü iki gecede, sonuncununsa üç buçuk formasini iki gün iki gecede tamamladigimi bilse, beni yapit üzerinde fazla çalismakla suçlayan «Kopyaci»nin kim bilir ne diyecegini söyledim. - Ama sizde de kabahat var, Ivan   Petroviç. Basta elinizi çok yavas tutuyorsunuz, sonra geceleri çalismaniz gerekiyor. Elbette iyi bir insandir Aleksandr Petroviç, ama bir zayif yani vardir: Koflugunu kendisi gibi bilen kimselere karsi, özellikle edebiyat dalindaki bilgisiyle övünür. Ama edebiyat üzerine tartismaya girecek zamanim yoktu onunla, parami alip sapkami basima koydum. Aleksandr Petroviç Ostrova'ya gidiyordu. Benim de Vasilyevski'ye gidecegimi ögrenince arabasiyla seve seve götürmek istedi beni. - Yeni bir kupa arabasi aldim, dedi, görmediniz onu degil mi? Çok hos bir sey. Disari çiktik. Yeni arabasi gerçekten de çok hostu. Aleksandr Petroviç yeni arabasiyla tanidiklarini bir yerlere götürmeye bayiliyordu nedense. Yolda Aleksandr Petroviç edebiyat konusuna birkaç kere daha döndü. Benden hiç sikilmaz, düsüncelerine deger verdigi, güvendigi birtakim edebiyatçilardan duydugu seyleri kendi düsüncesiymis gibi tekrar ederdi. Pek garip seyler söyledigi de olurdu. Bazan baskalarinin düsüncelerini yanlis yerde öne sürer saçmalardi. Sessizce dinliyordum onu, kisioglunun tutkularinin ne denli çesitli, sinirsiz oldugunu düsünüyordum kendi kendime. «Adam kazanacagi, kadar para kazanmis, diye geçiriyordum içimden, ama yetmiyor ona bu, iyi bir edebiyatçinin, yayincinin, elestirmenin ününe erismek istiyor.» Üç gün önce benden duydugu bir düsünceyi simdi bana satmaya çakisiyordu; oysa o zaman karsi durmustu bana. Çok unutkandi, arkadaslari, onu taniyan herkes bilirdi bunu. Arabasinda ne mutluydu, ne keyifli oturuyordu... Bilimsel bir tartismadaydi, yumusak, tok sesi bilim kokuyordu. Yavas yavas isi ilericilige döktü; edebiyatimizda hiç bir zaman içtenligin olamayacagini, herkesin «birbirini girtlaklamaya çalistigini» söyledi. Bana öy- 411 le geliyor ki Aleksandr Petroviç her dürüst, içten edebiyatçiyi, bu özelliklerinden ötürü aptal olmasa bile hiç degilse saf saymaktadir.
Ama artik dinlemiyordum onu. Vasilyevski'de indirdi beni, bizimkilere kostum. iste on üçüncü sokak, iste onlarin küçücük evleri. Anna Andreyevna beni görünce isaret parmagini gösteriyor bana, elini kolunu sallayarak, gürültü etmeyeyim diye «sist» diyor. Aceleyle, -  Nelli simdi uyudu, diye fisildiyor. Yavrum!  Ne olur gürültü etme! Zavallim çok hasta. Korku içindeyiz. Doktor simdilik korkacak bir seyin olmadigini söylüyor. Senin o doktorun dedigine de inanilmaz ya... Sende utanmak diye bir sey yok mu Ivan Petroviç? iki gündür nerelerdeydin?.. -  Iki gün   gelemeyecegimi   söylemistim size Anna Andreyevna, diye fisildadim. Elimdeki isi bitirmem gerekiyordu... -  Bugün yemege gelecektin hani? Niçin gelmedin? Nelli zavallim yataktan kalkti, koltuga oturttuk onu, sofraya getirdik. «Sizinle beraber ben de bekleyecegim Van-ya'yi», dedi. Ama bizim Vanya efendi gelmediler... Neredeyse alti olacak saat! Nerelerde sürtüyordun? Ah sizi gidi çapkinlar! Öyle üzüldü ki kizcagiz... nasil yatistirdigimi bir ben bilirim... Tatli bir uykuya daldi yavrucugum. Üstelik Nikolay Sergeiç de kente indi bugün, ne yana kosacagimi sasirdim... Çaya gelecek. Bir ise giriyor, Ivan Petroviç, ama Perm'de olusuna canim çok sikiliyor... -  Natasa nerede? -  Bahçede, bahçede, yavrum.    Yanina git... O da baska bir türlü... Anlayamadim gitti... Ah Ivan Petroviç, çok fenayim! Iyi oldugunu söylüyor ama gel de inan... Git yanina Vanya, derdinin ne oldugunu ögrenmeye çalis, sonra anlatirsin bana... Duydun mu? Anna Andreyevna'yi duydugum yoktu artik, bahçeye kostum. Küçük, uzunluguyla genisligi yirmi adim kadar olan bir bahçeydi bu. Yemyesildi, içinde üç yasli, gür agaç, birkaç yayin fidani, leylâk ve hanimelleri, bir kösede ahududuyla iki sira çilek vardi. Kivrintili iki yol bahçeyi enine, boyuna kesiyordu.Ihmenev pek seviyordu burasini. «Bahçemde yakinda mantar da yetisecek,» diyordu. Hele Nelli bayiliyordu oraya. Tekerlekli koltuguna koyup gezdiriyorlardi onu bu küçücük bahçede. Evin gözbebegiydi Nelli. Natasa sevinçle karsiladi beni, kollarini uzatti... Ne kadar zayiflamisti, renk kalmamisti yüzünde! O da yeni kalkmisti yataktan. -  Tamamen bitirdin mi Vanya? diye sordu. - Evet, tamamen! Artik serbestim bu aksam. -  Hele sükür! Aceleye gelmedi ya?    Bozmasaydin sakin! -  Elimden geleni yaptim. Ama önemli olan bu degil. Böyle siki çalisinca sinirlerimde tuhaf bir gerilme oluyor, daha iyi düsünebiliyor, daha canli, yürekten hissediyor, hattâ anlatisima daha iyi hâkim olabiliyorum, Iyi oldu.., -  Ah Vanya, ah! Natasa'nin son zamanlarda benim edebiyat dalindaki basarilarim ve ünümle pek ilgilendigi kaçmiyordu gözümden. Bir yildir yazdigim her seyi tekrar tekrar okuyor, üzerinde çalistigim eserimi sik sik soruyor, benimle ilgili her elestiri yazisini inceden inceye okuyor, bazilarina kiziyor, yükselmemi çok istiyordu. Sasirtiyordu beni bu durum. -  Kendini harciyorsun, Vanya, çok yoruyorsun kendini, böyle giderse sagligini da yitireceksin. Bak, S... iki yilda bir uzun öykü yaziyor, hele N... on yilda ancak bir roman bitirdi. Ama yazdiklari nasil, görüyorsun...  oya gibi islenmis! En küçük bir savrukluk yok. -  Öyle ama onlarin paradan yana   sikintilari yok, zamaninda yetistirmek zorunda degiller romani, ama ben

posta beygiriyim! Hep saçma bunlarin hepsi! Bos ver Natasa. Yeni bir sey var mi? -  Çok. Bir kere, mektup aldim ondan... -  Gene mi? -  Evet. Natasa Alyosa'dan gelen mektubu verdi bana. Ayrildiklarindan beri üçüncü mektuptu bu. Birincisini Moskova'dan yazmisti. Çok heyecanli bir mektuptu. Ayrilirlarken kararlastirdiklari gibi Moskova'dan Petersburg'a dönemeyecegini yaziyordu. Ikinci mektupta birkaç güne kadar gelecegini, hemen evleneceklerini, buna hiç bir kuvvetin engel olamayacagini bildiriyordu. Ama mektubun havasindan onun umutsuzluk içinde kivrandigini, Katya'ya kendini iyice kaptirdigini, artik kendine güveni kalmadigim anlamak çok kolaydi. Öte yandan ona yalniz Katya'nin güç verdigini, yalniz onun yaninda teselli buldugunu söylüyordu. Üçüncü mektubunu büyük bir merakla açtim. Iki sayfalik mektup acele yazilmisti ve birbirini tutmaz, karisik cümlelerle, mürekkep ve gözyasi lekeleriyle doluydu. Alyosa mektubunun basinda Natasa'dan ayrilmak zorunda oldugunu bildiriyor, onu unutmasi için yalvariyordu. Birlesmelerinin imkânsizligini ispat etmeye; yan etkilerin, düsmanlarin güçlülügünü, böylesinin daha iyi oldugunu yaziyordu. Mutlu olamayacaklarini, çünkü birbirinin dengi olmadiklarini öne sürüyordu. Ama dayanamiyor, öne sürdügü delilleri, düsünceleri birden yana itip mektubunun yarisinda Natasa'ya karsi suçlu oldugunu itiraf ediyor, «Ben mahvolmus bir insanim, diyordu. Köye gelen babamin isteklerine karsi duramiyorum.» Çektigi istirabi anlatamadigini söylüyor; Natasa'yi mutlu edecek gücü kendinde buldugunu
itiraf ediyor; birden, birbirinin dengi olduklarim ispat etmek için dil dökmeye basliyor; babasinin gösterdigi delilleri öfkeyle, nefretle çürütmeye çalisiyor; umutsuzluk içinde, evlenirlerse ne denli mutlu olacaklarini anlatiyor, kendine, yüreksizligine lanet okuyor... «Elveda!» diyerek bitiriyordu mektubunu. Mektubu yazarken Alyosa'nin çok istirap çektigi belliydi, besbelli kendinde degildi zavalli. Gözlerim yasarmisti... Natasa bir mektup daha uzatti bana. Katya'dan geliyordu bu. Iki mektup da ayni zarfta gelmisti, ama Katya'ninki ayrica kapatilmisti. Genç kiz birkaç satirla Alyosa'nin gerçekten de çok üzüldügünü, durmadan agladigini, umutsuzluk içinde kivrandigini, hattâ kederinden hastalandigini, ama onun yaninda bulundugunu, Alyosa'nin mutlu olacagini yaziyordu. Katya ayni zamanda Natasa'nin, Alyosa'nin üzüntüsünün çabuk geçecegini, kolay kolay avunabilecegini düsünmemesini yaziyordu. «Hiç bir zaman unutmayacaktir sizi, diyordu, istese de unutamaz zaten, öyle bir kalbi var. Size olan sevgisi sinirsizdir, ömrünün sonuna kadar da sevecek sizi. Size olan sevgisi bir gün sönerse, bir gün sizi hatirlayinca içi sizlamazsa o zaman benim ona olan sevgim de söner...» Iki mektubu da geri verdim Natasa'ya. Birbirimizin gözünün içine baktik, hiç bir sey söylemedik, ilk iki mektupta da böyle olmustu; aramizda sözlesmis gibi geçmisten hiç söz etmiyorduk artik. Çok istirap çekiyordu, farkindaydim, ama bana bile açilmak istemiyordu. Baba evine döndükten sonra üç hafta atesler içinde yatmis simdi biraz düzelmisti. Hayatimizda yakinda olacak degisiklikten, ihtiyarin is buldugunu bildigimiz halde kisa bir zaman sonra ayrilacagimizdan da çok az söz ediyorduk. Gene de benimle öylesine yakindan ilgileniyor, içten oluyor, her seyimi öylesine önemsiyordu; kendim üzerine anlattigim her seyi öylesine büyük bir dikkatle dinliyordu ki önceleri üzüyordu beni bu durum: Geçmiste ona yaptigim iyiliklerin karsiligim vermek istiyor saniyordum. Ama çabuk kurtuldum bu kuskularimdan: Bambaska düsünceleri

oldugunu, beni dogrudan dogruya sevdigini, çok sevdigini, bensiz yasayamayacagim, benimle ilgili her seyin onun için çok önemli oldugunu anlamakta gecikmedim. Sanirim hiç bir kizkardes erkek kardesini Natasa'nin beni sevdigi kadar sevmemistir. Yaklasan ayrilik gününü düsündükçe yüreginin sizladigini biliyordum. Benim de onsuz yasayamayacagimi o biliyordu. Gelecekteki durumdan uzun uzun söz ettigimiz halde bunu hiç karistirmiyorduk... Nikolay Sergeiç'i sordum. Natasa, - Sanirim biraz sonra gelir, dedi, çaya yetisecegini söylemisti. -  Hep isi için mi ugrasiyor? -  Evet. Artik yüzde yüz bu. Bugün bosu bosuna gitti. Natasa bir an düsündükten sonra dalgin, -  Yarin da gitse pekâlâ olurdu, diye ekledi. -  Niçin gitti öyleyse? -  Mektup   aldigim için... - Gene bir an sustu. - Beni o kadar takti ki aklina, Vanya, fena oluyorum artik. Düslerinde bile hep beni görüyor galiba. Üstelik, ne yapiyorum, ne ediyorum, bir derdim var mi? Durmadan bunlari düsündügünden de kuskum yok.    Birazcik üzüntülü görse beni bitiyor, perisan oluyor. Bazan üzüntüsünü yenip neseli gözükmeye çalistigi, bizleri güldürmeye çalistigi oluyor, ama beceremiyor...     Annem bile kanmiyor onun bu hallerine, gögüs geçiriyor... Ne zavalli kadin su annem... - Natasa gülümsedi. - Yüregi çok temiz! Bugün mektubu aldigim zaman nedense birden isi çikti babamin; benimle göz göze gelmemek için tabii. Natasa basini önüne egdi, elimi sikarak, -  Onu kendimden de, dünyadaki her seyden de çok seviyorum Vanya, diye ekledi, senden bile...416 Tekrar konusmaya baslayincaya kadar iki kere dolastik bahçeyi, -  Bugün Masloboyev geldi, dedi, dün de gelmisti. -  Öyle mi, son zamanlarda nedense biraz fazla gelip gitmeye basladi. -  Niçin geldigini söylesem sasarsin! Annemin güveni sonsuz ona. Yasalari falan öyle iyi bildigine inaniyor ki, yapamayacagi isin olamayacagi    kanisinda. Bu son günlerde neyi takti aklina biliyor musun? Prenses olamadim diye pek üzülüyor. Gece gündüz hep bunu düsünüyor zavalli. Sanirim her seyi anlatti Masloboyev'e. Babamla konusmaya korkuyor bu konuyu,    Masloboyev'in yasalar yoluyla bir seyler yapabilecegini saniyor. Masloboyev de umut veriyor ona. Natasa gülümseyerek ekledi: -  O da sarapla agirliyor onu. -  Öyledir o yaramaz, dedim. Nereden biliyorsun bunu? -  Annem agzindan kaçirdi... daha dogrusu ima etti... -  Ya Nelli nasil? Natasa sitemli, -  Sasiyorum sana Vanya, dedi, deminden beri sormadin onu. Evde herkes titriyordu Nelli'nin üzerine. Natasa çok seviyordu onu. Nelli de sonunda bütün kalbiyle baglanmisti ona. Zavalli çocuk! Bir gün böyle candan insanlarla karsilasacagini, böylesine bir sevgi görecegini hiç ummuyordu. Kati yüreginin giderek yumusadigini, hepimize içten davrandigim görmek pek sevindiriyordu beni. Eski inadi, hirçinligi, güvensizligi gitmis, çevresini kusatan sevgiye heyecanla karsilik
veriyordu. Ama basta uzun süre direnmisti, gözyaslarini saklamisti bizden, sonunda birakmisti kendini. Natasa'yla ihtiyari çok seviyordu Bana

öylesine düskün olmustu ki, birkaç gün görünmeyecek olsam hastaligi agirlasiyordu. Son zamanlarda iyice bos-ladigim öykümü bitirmek için iki günlük izin almam hayli güç olmustu ondan. Duygularini açik açik belli etmekten hâlâ sikiliyordu... Hepimiz pek merak ediyorduk durumunu. Hiç konusulmadigi halde, onun Ihmenev'lerin evinde kalmasina karar verilmisti. Oysa yolculuk yaklasiyordu, kizcagizin durumu da gün geçtikçe kötüye gidiyordu. Ihtiyarlara geldigimizden, Nikolay Sergeiç'in Natasa'yla baristigi günden beri hastaydi. Ben de ne diyorum yani? Eskiden beri hastaydi aslinda. Hastaligi ta bastan bu yana sinsi sinsi ilerlemekteydi, son zamanlardaysa hizini arttirmisti. Hastaliginin ne oldugunu kesin olarak söyleyemiyece-gim. Nöbetler eskisinden daha sik geliyordu simdi. Ama anlasilmaz bir güçsüzlük, bitkinlik, devamli ates öylesine perisan etmisti ki onu son günlerde ayaga kalkamiyordu. Çok tuhaftir: Hastaligi ilerledikçe bize karsi daha bir içten, yumusak oluyordu. Üç gün önce yataginin yanindan geçerken kolumdan tutmus, çekmisti beni. Odada ikimizden baska kimse yoktu. Yüzü ates gibi yaniyordu (çok zayiflamisti), gözlerinin içi parliyordu. Heyecanla bana dogru uzandi, kollarini boynuma doladi, sevgiyle öptü. Sonra Natasa'yi istedi; gidip çagirdim onu; yanma oturttu Natasa'ya uzun uzun bakti yüzüne... - Sizi seyretmek istedi canim, dedi. Dün düsümde gördüm sizi, bu gece de görecegim... sik sik görüyorum sizi düsümde... her gece... Bir seyler söylemek istiyordu ama duygulanmisti, söyleyemiyordu. Ama kendisi de anlayamiyordu duygularini, onlari nasil söyleyecegini bilemiyordu... Benden sonra hemen hemen en çok Nikolay Sergeiç'i Ezilenler -    F : 27 seviyordu. Sunu da söylemeliyim ki, Nikolay Sergeiç de en az Natasa kadar seviyordu onu. Nelli'yi neselendirmesini, güldürmesini pek güzel beceriyordu. Kizin odasina girer girmez kahkahalar duyulmaya basliyordu içerden. Hasta kizcagiz neselenerek ihtiyarla sakalasiyor, çesitli maskaraliklar yapiyor, gördügü düsleri anlatiyordu ona; her zaman bir seyler buluyor, ihtiyari konusturtuyor, an-lattirtiyordu. Ihmenev «küçük kizi Nelli»yi o kadar sevi yor, ondan o kadar hoslaniyordu ki, her gün biraz daha baglaniyordu ona. Bir keresinde gece uykusuna yatmasi için onu kutsadiktan sonra yanindan çikarken, - Çektigimiz istiraplara karsilik Tanri yolladi onu bize. demisti bana. Aksamlari toplandigimiz zamanlar (Masloboyev bile hemen her aksam geliyordu. Ihmenev'leri yürekten seven ihtiyar doktor da geliyordu bazi aksamlar.) Nelli'yi tekerlekli koltuguyla salona çikariyor, yuvarlak masanin basina, yanimiza oturtuyorduk. Balkon kapisini açiyorduk. Batmak üzere olan günesin kizil isinlari yemyesil, küçük bahçeye görkemli bir görünüm veriyordu. Taptaze bir yesillik, yeni açmis leylâk kokusu doluyordu içeri. Nelli koltugunda oturur, hepimizi sevgi dolu bakislarla süzer, konusmalarimizi dinlerdi. "Bazan farkina varmadan o da heyecanlanir, söze karisirdi... Ama böyle anlarda endiseye kapilirdik, çünkü anilari arasinda dokunulma-masi gereken konular vardi. Ben de Natasa da Ihmenev'ler de onu o gün hayat hikâyesini anlatmaya zorladigimiz için kendimizi suçlu hissediyorduk. Doktor özellikle bu çesit konusmalara karsiydi; bu yüzden daha çok baska seylerden açmaya çalisiyorduk. Böyle durumlarda Nelli niyetimizi anladigini bize belli etmemeye çalisiyor, doktorla ya da Niklolay Sergeiç'le sakalasmaya basliyordu... Bu arada durumu da gittikçe    bozulmaktaydi.  Çok

duygulu olmustu. Yürek atislari düzensizdi. Doktor, ölümünün belki de beklenenden çok erken olacagini söylemisti bana. Heyecanlandirmamak için Ihmenev'lere söylememistim bunu. Nikolay Sergeiç onun yolda iyilesecegine inaniyordu. Natasa babasinin sesini duyunca, - Babam da geldi iste, dedi. Hadi içeri girelim Vanya. Nikolay Sergeiç içeri girerken her zamanki gibi yüksek sesle konusmaya baslamisti. Anna Andreyevna susmasi için el kol sallamaya basladi ona. Ihtiyar hemen alçaltti sesini; Natasa'yla beni görünce, fisiltiyla o günkü gezilerinin sonucunu anlatti: Isi olmustu. Çok sevinçliydi. Ellerini ogusturarak, -  Iki haftaya kadar gidebiliriz, dedi. Endiseyle Natasa'ya bir göz atti. Ama kizi gülümseyerek karsilik verdi ona, boynuna sarildi; ihtiyarin kus kulari bir anda dagildi. Bu kez sevinçli, devam etti: -  Gidelim daha iyi buradan! Ama senden ayrilmak güç Vanya...   (Sunu da    söyleyeyim ki, onlarla gelmemi bir kere bile istememisti benden; oysa Natasa'yi sevdigimi bilmeseydi yalvarirdi...)   Ne yaparsiniz! Sikiliyorum burada Vanya. Yer degisikligi hepimizi hayata yeniden baglayacaktir... Gene kizina bakarak ekledi: -  Yani her seyin degismesi! inaniyordu buna, inandigi için de mutluydu. Ama Andreyevna,
-  Ya Nelli ne olacak? diye sordu. -  Nelli mi? Hiç... ne olacak... hastaligi öyle önemli bir sey degil ki, o zamana kadar iyilesir. Simdi biraz daha iyi hem; öyle degil mi Vanya? Korkmustu sanki, kuskusundan onu ben kurtaracak-misim gibi endiseyle bakiyordu yüzüme. -  Durumu nasil? diye devam etti. iyi    uyuyabildi mi? Nöbet falan gelmedi degil mi? Simdi uyuyor mu? Bak ne diyecegim Anna Andreyevna, masayi balkona çikaralim, semaveri getirsinler, biraz sonra konuklarimiz da gelirler, orada oturalim bu aksam, Nelli'yi de oraya çikaralim... Çok iyi olur. Uyanmistir belki? Gidip bir bakayim. Anna Andreyevna'nin gene elini kolunu salladigim görünce, -  Korkma uyandirmam onu, kapidan bir bakacagim o kadar. Ama Nelli uyanmisti. On bes dakika sonra her zamanki gibi yuvarlak masaya oturmus, aksam çayimizi içiyorduk. Nelli'yi tekerlekli koltuguyla çikarmislardi gene. Doktor, biraz sonra da Masloboyev geldiler. Nelli için büyük bir demet leylâk getirmisti... ama tedirgin, üzgün bir hali vardi. Sirasi gelmisken söyleyeyim: Masloboyev hemen her gün ugruyordu. Herkesin, özellikle Anna Andreyevna'nin onu çok sevdigini söylemistim; ama Aleksandra Semyo-novna'dan açik açik hiç söz etmiyorduk aramizda; Masloboyev de adini hiç etmiyordu. Anna Andreyevna henüz evlenmediklerini benden ögrenince, onu eve alamayacaklarina karar vermisti. Bu konularda pek titizlik gösteriyordu. Ne var ki, Natasa'nin basindan böyle bir olay geç-meseydi belki de daha bir hos görürdü... O aksam Nelli pek üzgün, hattâ endiseliydi Sanki kötü bir düs görmüs de hep onu düsünüyordu. Ama Masloboyev'in hediyesine çok sevinmisti; önündeki bardaga konan çiçeklere gözlerinin içi gülerek bakiyordu, ihtiyar,

-  Çok mu seversin sen çiçegi Nelli? dedi. Dur hele! Yarin... neyse, yarin görürsün!.. -  Severim, annemi çiçekle karsiladigimizi hatirliyorum. Oradaydik, (yurt disina orasi diyordu), annem bir keresinde bir ay çok hastaydi. Henri'yle karar vermistik, annem bir aydir hiç çikmadigi yatak odasindan   çikacagi gün bütün odalari çiçekle bezeyecektik. Bezedik. Annem aksamdan, devrisi gün sabah kahvaltisini bizimle edece gini söylemisti. Daha gün agarmadan kalktik. Henri bir sürü çiçek getirdi; bütün evi yesil yapraklarla, çiçeklerle donattik. Sarmasiklar, adini bilmedigim genis yaprakli, iri, beyaz çiçekler, nergisler... Nergisi çok severim. Sonra güller, öyle güzel güller vardi ki... Hepsini çelenk yaptik duvarlara astik, saksilara koyup odanin her yerine yerlestirdik, annemin oturacagi koltugun üzerine güller serpistirdik; annem yatak odasindan çikinca sasirdi, çok sevindi; Henri mutluydu... O aksam Nelli pek bitkin, duyguluydu. Doktor en-diseyle süzüyordu onu. Ama durmadan konusmak istiyordu kizcagiz. Oradaki hayatini, geçmis günleri uzun uzun anlatti; kesmiyorduk sözünü. Orada annesiyle, Henri'yle çok gezmisler. Her seyi açik seçik hatirliyordu. Masmavi gökyüzünden, yakinindan geçtigi ya da gördügü buz, kar kapli, yüksek daglardan, çaglayanlardan heyecanla söz ediyordu, italya'nin göllerini, ovalarini, çiçeklerini, agaçlarim, esmer tenli, siyah gözlü köylülerini, giysilerini unutamamisti. Baslarindan geçen olaylari, gördügü kimseleri hep hatirliyordu. Sonra büyük kentleri, saraylari, renk renk isiklarla birdenbire aydinlanan, kubbeli, büyük kiliseyi, üzerinde masmavi bir gök, önünde masmavi bir deniz olan sicak güney kentini... O zamana dek Nelli anilarim hiç bu kadar ayrintilariyla anlatmamisti bize, Heyecanla dinliyorduk onu. Bambaska anilarindan haberdardik o aksama kadar: Kendisinin ve annesinin basina çok isler açan bir sürü yarideli, hain insanlarla dolu, donuk günesli, zengin yapilari daima çamurlu, havasi pis, kasvetli bir kentle ilgiliydi bu anilari. Rutubetli, havasiz bir bodrumda kasvetli bir aksam annesinin yataginda birbirine sarilmis, geçmisi, ölen Henry'yi, baska ülkelerin mucizelerini konusmalari geldi gözlerimin önüne... Nelli'nin annesiz, yalniz basina Bubnova'nin insafsizca attigi dayaklara, kötü yola sürüklemesine karsi durusunu düsündüm... Ama sonunda fenalasti Nelli, alip götürdüler onu. Kizi bu kadar konusturdular, heyecanlandirdilar diye ihtiyar çok üzüldü, hattâ kizdi. Nelli bayilmisti. Bu bayilmalari son zamanlarda birkaç kere tekrarlanmisti. Kendine gelince beni görmek istedi. Bana gizli olarak bir sey söylemek istiyordu. O kadar yalvardi ki, bu kez istegini yapmamizi doktor söyledi. Odada yalniz biraktilar bizi. Nelli, -  Bak ne diyecegim sana Vanya, dedi, onlarla gidecegimi saniyorlar;   ama gitmeyecegim,  gidemem çünkü, senin yaninda kalacagim. Bunu söylemek istiyordum sana. Kandirmaya çalistim onu. Ihmenev'lerin onu çok sevdiklerini, öz kizlarindan ayirmadiklarini söyledim. Onlardan ayrilirsa son derece üzüleceklerini anlatmaya çalistim. -  Oysa benim yanimda hiç rahat edemezsin. Gerçi ben de çok seviyorum seni, ama ayrilmak zorundayiz. Nelli diretiyordu: -  Hayir, olmaz! Annemi sik sik düsümde görüyorum, onlarla gitmememi, burada kalmami söylüyor. Dedemi yalniz birakmakla büyük günah    isledigimi aglaya aglaya tekrar ediyor. Burada kalmak, dedemle ilgilenmek istiyorum Vanya. Sasirmistim.
-  Deden öldü ama Nelli, dedim. Bir an düsündü, yüzüme dik dik bakti.

-  Dedemin nasil öldügünü bir kere daha anlatsana bana Vanya. Her seyi anlat, en küçük bir ayrintiyi atlama. Nelli'nin bu istegi sasirtmisti beni, ama gene de her seyi en küçük ayrintisina kadar anlattim. Sayikladigindan, ya da nöbetten sonra suurunun tam yerine gelmediginden kuskulaniyordum. Anlattiklarimi büyük bir dikkatle, parlayan gözlerini benden ayirmadan dinledi. Hava kararmak üzereydi. Beni sonuna kadar dinledikten sonra bir an düsündü, -  Hayir Vanya, dedi, ölmedi o. Annem sik sik söz ediyor bana ondan, dün ona «Dedem öldü,» deyince çok kizdi, aglamaya basladi, hayir, dedi «Ölmedi deden, sana mahsus öyle söylüyorlar, eskiden seninle yaptigimiz gibi dileniyor;  seninle onu ilk kez gördügümüz,    ayaklarina kapandigim, Azorka'nin beni    tanidigi    yerde dolasiyor hep...» -  Düstür bu Nelli, dedim. -  Ben de biliyordum düs oldugunu, onun için de hiç kimseye söylemedim.  Yalniz sana söylemek  istiyordum. Ama bugün senin gelmenden sonra   uykuya dalinca düsümde dedemi gördüm. Evinde oturuyor, beni bekliyordu, öyle zayiflamisti ki! Azorka'yla beraber iki gündür hiç bir sey yemedigini söyledi, kizdi bana, sitem etti. Enfiyesinin de kalmadigim, tütünsüz yasayamayacagini söyledi. Annem öldükten sonra    gerçekten de bir keresinde söylemisti bana ayni seyi. Çok hastaydi, söyleneni anla miyordu. Bugün bana bunu söyleyince gidip köprüde dilenmeyi, topladigim parayla ona ekmek, haslanmis patates, tütün almayi koydum aklima  Sonra kendimi dilenirken gördüm. Dedem çevremde dolasiyor, arada bir yanima gelip avucumdaki paralari aliyordu. «Bu ekmek için, diyordu, simdi de tütün için dilen.» Gelen geçen bana para verdikçe o gelip elimden aliyordu    onlari. Nasil olsa onun için dilendigimi, paralari ondan saklamak niyetinde olmadigimi söylüyorum. «Hayir, diyordu, çalarsin paralarimi; Bubnova hirsiz oldugunu söyledi, zaten evime de onun için sokmuyorum seni. Deminki besligi ne yaptin?» Bana inanmiyor diye aglamaya basladim; o beni dinlemeyip habire bagiriyordu: «Bir besligi çaldin!» Hemen orada, köprünün üstünde dövmeye basladi beni, çok hizli vuruyordu. Aglamaya basladim... Iste bunun için onun ölmedigine, bir yerlerde yalniz basina dolastigina, beni bekledigine inaniyorum Vanya... Onu inandirmak için gene bir sürü seyler anlattim, sonunda inanir gibi oldu. Uyumaktan korktugunu, çünkü düsünde dedesini gördügünü söyledi. Sonunda sevgiyle kucakladi beni... Küçücük yüzünü yüzüme bastirarak, -  Ne olursa olsun senden   ayrilamam Vanya! dedi. Dedem olmasa da birakmazdim seni. Nelli'ye gelen nöbet evde herkesi ürkütmüstü. Sayiklamalarinin hepsini anlattim doktora, kizin hastaligi üzerine son düsüncesini sordum. Bir an düsündükten sonra, -  Simdilik hiç bir sey belli degil, dedi,   durumunu inceliyor, anlamaya çalisiyorum, ama... simdilik hiç bir sey söylenemez. Iyilesmesine imkân yok. Ölecek. Siz istediniz diye durumu söylemiyorum onlara, ama çok üzülüyorum, yarin bir konsultasyon yapmayi    düsünüyorum. Belki bir seyler olur. Ama çok aciyorum zavalliya, öz kizim gibi sevmistim onu... Ne sevimliydi! Cin gibi de zekiydi ! Nikolay Sergeiç büyük bir heyecan içindeydi. -  Bak ne düsündüm Vanya, çiçegi çok seviyor. Ne yapalim biliyor musun? Henri'yle annesine yaptiklari çi-, çekli karsilamanin aynisini yarin uyaninca biz ona yapalim... Anlatirken nasil heyecanlanmisti... -  Heyecanlandi ama iyi degil ki heyecanlanmasi..-

-  Iyi heyecanlar baskadir! Benim tecrübeme güven Vanya, iyi heyecanin zarari yoktur.    Hattâ iyilesmesine yardim eder... Kisacasi, bu düsünce ihtiyarin o kadar hosuna gitmisti ki, cosmustu. Vazgeçirmek imkânsizdi onu. Doktorun ne dedigini sordum, adamcagiz daha bir sey söylemeye firsat bulamadan Ihmenev sapkasini kaptigi gibi aklina koydugu seyi yapmak için çikip gitti. Kapidan çikarken bana, -  Su yakinlarda bir bahçe var, diye seslendi, çok güzel bir bahçe. Bahçivanlar çiçek de satiyorlar, ucuza alabiliriz oradan. Hem çok ucuza!. Sen Anna Andreyevna'yi yola getirmeye çalis, yoksa bosuna para harciyoruz diye kizar... Hadi bakalim... Evet! Sonra bak ne diyecegim sana Vanya: Ne isin var evde? Yazman bitti nasil olsa, evde ne yapacaksin? Tavan arasindaki odanda yat gene. Yatagin oldugu gibi duruyor. Fransiz krali gibi güzel bir uyku çekersin orada. Ne diyorsun, kalacak misin? Sabahleyin erkenden kalkariz, saat sekizde getirirler çiçekleri, odayi güzel bir donatiriz. Natasa da   yardim eder bize: Zevki senden benden iyidir... Kabul mü? Kalacak misin? Kalmama karar verdik. Ihtiyar düzenledi isleri. Doktorla Masloboyev iyi geceler deyip gittiler, Ihmenevler'de erkenden, saat on birde yatilirdi. Giderken pek düsünceliydi Masloboyev, bir sey söylemek istiyordu bana, ama söylemedi, bir dahaki görüsmemize birakti, ihtiyarlara iyi geceler deyip tavan arasindaki odama çikarken onu gene karsimda görünce sasirdim. Küçük masaya oturmus, önündeki bir kitabi karistirirken beni bekliyordu.
-  Yoldan geldim Vanya, dedi, iyisi mi simdi anlatayim. Otursana. Büyük bir aksilik oldu, canim öyle sikiliyor ki... -  Hayrola? __ Senin alçak Prens geçen hafta kizdirdi beni, hem426 öyle kizdirdi ki, sinirim hâlâ geçmedi. -  Ne oldu? Prensle iliskin devam ediyor mu yoksa? -  Bir sey varmis gibi hemen telâslanirsin sen de, «ne oldu?» dersin. Senin de benim Aleksandrovna Semyonovna'dan, bütün öteki karilardan farkin yok Vanya... Karilardan nefret ederim!... Çeneleri durmaz hiç, «ne oldu - ne var?» diye sormaya baslarlar hemen. -  Peki, peki, kizma. -  Kizdigim falan yok. insan her seyi heyecanlanmadan karsilamali, büyütmemeli...    söylemek   istedigim bu iste. Hâlâ bana kiziyormus gibi bir süre sustu. Bekliyordum. -  Bak Vanya, diye bagladi, yeni bir iz buldum... aslinda bulmadim da birtakim kuskularim var... yani bazi durumlar Nelli'nin... belki de... Kisaca söyleyecegim, Nelli'nin Prens'in kizi oldugunu saniyorum. -  Ne diyorsun! Masloboyev öfkeyle salladi kolunu. -  Hemen «Ne diyorsun!» diye bögürme. Adam gibi konusmasini  bilmez  misin sen!  Kesin  olarak  biliyorum dedim mi, akilsiz! Prensin tanikli delilli kizi    oldugunu söyledim mi? Söyledim mi söylemedim mi?.. Büyük bir heyecanla kestim sözünü: -  Bak canim, ne olur kizma, bagirma da, açik açik anlat bana. Seni dinliyorum. Bunun ne kadar önemli bir sey oldugunu, sonuçlarini düsün. . -  Sonuçlariymis... neyin sonuçlari? Delillerin nerede? Bu isler böyle yürütülmez; aramizda kalsin sana söylediklerim. Bunu sana niçin anlattigimi da sonra söylerim. Böyle gerekiyordu. Sus ve dinle, bütün bunlarin sir oldugunu da unutma... Durum su. Daha kisin, Smith daha ölmeden, Prens Varsova'dan döner dönmez    ilgilenmeye baslamisti bu isle. Anlayacagin geçen yildan baslamisti. . Ama yanlis iz üzerindeydi. Daha dogrusu izi kaybetmisti. Paris'te Smith'in kizini yüzüstü biraktigi günden beri devamli olarak izliyordu onu, demin sözü edilen Henri'yle yasadigim biliyordu, bir kizi oldugundan, kadinin hastaligindan da haberdardi; sözün kisasi her seyi biliyordu, ama birden kaybetmisti izi. Henri'nin ölümünden hemen sonra olmustu bu; kadin kiziyla beraber Petersburg'a gelmisti. Hangi adla dönerse dönsün, kolaylikla bulabilirdi onu Petersburg'da tabiî. Ne var ki, yurt disindaki adam lari yanlis bilgi vermislerdi ona: Kadinin kiziyla beraber Almanya'nin küçük bir kentinde oldugu haberini yollamislardi. Oysa onlar da yanilmislardi, baskasiydi o. Aradan bir yil belki de daha çok zaman geçti böyle. Bir yil sonra kuskulanmaya baslamis Prens: Bazi olaylardan sözü edilen kadinin o olmadigini sezinlemis. Simdi bir soru vardi kafasinin içinde: Smith'in kizi neredeydi? Durup dururken, sakin Petersburg'da olmasin? diye düsünmüs. Bu arada baska isler pesinde oldugu için resmi yoldan gidememis, böylece benimle tanisti. Birisi salik vermis beni ona, bu islerden iyi anlar falan demis... Durumu anlatti bana, ama pek üstü kapali anlatti namussuz. Çelismelere düstü, ayni olayi birkaç türlü anlatti... Ama yalancinin mumu yatsiya kadar yanar derler. Tabiî saflik numarasi yaptim, Prense yürekten bagli göründüm. Her zaman oldugu gibi davrandim, bu arada doganin yasalarina da uydum (doganin bir yasasidir bu çünkü), önce söyle düsündüm: Bana söylenen seyin asli astari var miydi? Sonra: Bana söylenenin altinda gizli baska bir durum daha var miydi? Öyle ya, bana yaptirmak istedigi isin altinda bir is daha vardiysa kazik yemis olurdum, bunu o ozan kafanla sen de anlayabilirsin saniyorum... çünkü bakarsin bana söyledigi is bir rubleliktir de, onun altindaki dört ruble eder, adam bir tasla iki kus vururken biz de hava aliriz. Bir rubleye dört rublelik is yapacak kadar- enayi degilim. Durumu yavas yavas kavramaya ve birtakim izler bulmaya basladim. Birini ondan, birini bu isle hiç ilgisi olmayan birisinden ögrendim; üçüncüsünü de kendi aklimla buldum. Niçin böyle hareket etmeyi uygun buldugumu soracaksindir simdi. Söyleyeyim: Prensi pek bir telâsli görmüstüm çünkü, korkuyordu. Korkmasinin sebebi neydi? Bir kizi babasindan ayirmis, alip yurt disina götürmüs, kadin gebeyken de birakmisti onu. Bunda ne vardi? Hos bir çapkinlik örneginden baska neydi bu? Prens gibi bir insanin korkmamasi gerekirdi böyle bir serüvenden. Ama korktugu belliydi... Beni kuskulandiran bu oldu iste. Henri'nin yardimiyla çok ilginç izler buldum, Vanya. Adam hayat ta degil tabiî, ama burada bir kuzeni var. Kadin Alman bir firinciyla evli, gelgelelim sisko kocasina, göz açip kapayana kadar peydayladiklari sekiz çocuga ragmen on bes yildan beri seviyormus Henri'yi. Uzun ugrasmalardan sonra çok önemli bir sey ögrendim bu kadindan: Henri devamli olarak mektup yazarmis ona, Almancaymis tabii bu mektuplar; günlük de tutarmis, ölmeden önce birtakim kâgitlarini ona yollamis. Salak kari mektuplarin öneminden habersiz tabiî, sadece mehtap, Mein lieber Au-güstcfien, Wieland üzerine yazdiklariyla ilgilenmis Henri'nin. Ben gerekli bilgiyi aldim mektuplardan, artik yeni bir iz üzerindeyim. Sözgelisi, Smith'in kizi üzerine bazi seyler, babasinin ne kadar parasini çaldigim ve Prensin parayi kizcagizin elinden aldigim ögrendim. Sonra bir- sürü heyecanli, üstü kapali söz arasinda gerçegi gördüm: yani, Vanya, elle tutulur hiç bir sey yoktu bu
mektuplarda. Aptal Henri sakliyordu, ancak ima ediyordu, ama ben bu imalari birlestirerek büyük gerçegi buldum: Prens. Smith'in kiziyla evliydi! Nerede, burada Ptersburg'da mi, Avrupa'da mi evlendiler, belgeler neredeydi? Hiç biri bilinmiyordu bunlarin. Anlayacagin, sikintidan patliyordum Vanya. Ne yapacagimi bilemiyordum. Gece gündüz hep

bu bilmecelerdi kafamda. Sonunda Smith'i buldum, ama sanssizliga bak ki, tam o sirada oluverdi adam. Konusamadim bile onunla. Sonra bir rastlantiyla, Vasilyevski'de benim için kusku çekici bir kadinin öldügünü ögrendim, durumu inceleyince yeni bir iz bulmus oldum. Hemen Vasilyevski'ye kostum; o gün seninle karsilasmistik, hatirliyor musun? Hayli sey ögrenmistim. Kisacasi, Nelli'nin çok yardimi oldu bana... Sözünü kestim: -  Beni dinle, sence Nelli biliyor mu?.. -  Neyi? -  Prensin kizi oldugunu. Masloboyev yüzüme tuhaf bir öfkeyle bakarak, -  Sen biliyorsun ya, dedi, ne diye böyle bos seyleri sorarsin? Isin yok galiba!  Önemli    olan bu degil hem, Prensin sadece kizi degil, mesru kizi oldugunu da biliyor. Düsünebiliyor musun? - Olamaz! diye haykirdim. -  Basta ben de «Olamaz» dedim kendi kendime, simdi bile bazan «Olamaz!» diyorum. Gelgelelim, olabilirmis, olmus bile. Bagirmaya devam ediyordum : -  Hayir Masloboyev,   yaniliyorsun,   Nelli'nin  bunu bilmesini birak, zaten mesru bir evlât olamaz. Annesinin elinde her hangi bir belge bulunsaydi böylesine bir sefalete katlanir miydi, sonra, kizini yapayalniz birakir miydi? Kes artik! Olamaz bu. -  Ben de senin gibi düsünüyordum, hâlâ kurcaliyor kafami bu. Ama su da var ki, Smith'in kizi deli bozugun biriydi. Dünyada onun kadar sivri akilli kadina az rastlanir. Romantizmin, asiri aptalligin sonucu...  Sunu düsün yeter: Ta bastan    beri    yeryüzündeki    bir cenneti, melekleri hayal etmisti; bütün kalbiyle sevdi, inandi. Sonra erkeginin ona olan sevgisi söndügü için degil de yanildigi, öylesine güvendigi insan onu birakabildigi; melek belledigi yaratik çamur çiktigi, onu asagiladigi için aklini kaybetti. Duygulu, çilgin ruhu dayanamadi bu degisiklige. Üstelik alnina sürülen leke... bu lekenin ne oldugunu anliyorsun sanirim! Dehsetle, gururla, nefretle uzaklasti adamdan. Bütün baglari koparip attigi gibi, elindeki delilleri de yok etti. Babasinin oldugunu unuttugu parayi elinden alan, onu aldatan insani ruh soyluluguyla ezmek, hirsiz sayabilmek, ömrünün sonuna kadar onu küçümsemek hakkini elde etmek için istemedi. Resmen ayrilma-mislardi, ama de facto (1) ayriydilar, öyleyken gelip yardim isteyebilir miydi ondan? Sunu da unutma ki deliydi kadin, ölüm döseginde Nelli'ye «Gitme onlara, demis». Sürünse de gitmesini istemiyordu kizinin onlara; «Kim çagirirsa gitme»... Kizini çagiracaklarim biliyordu demek, böylece bir kere daha öc almak istiyordu. Anlayacagin, yemek yerine intikam hirsiydi kadini besleyen. Çok sey ögrendim Nelli'den, Vanya, hâlâ ögreniyorum. Annesi hastaydi, veremli hastalarin daha bir sinirli, huysuz olduklari bilinir; ama sunu da biliyorum ki, kadin Prense bir mektup yazdi... Bubnova'nin evindeki bir dostumdan ögrendim bunu, evet Prens'in kendisine... -  Mektup mu? diye haykirdim. Prensin eline geçmis mi bu mektup? -  Önemli olan da burasi zaten, bilmiyorum. Deli kadin, dostumla (hatirlarsin, boyali bir kiz vardi hani, simdi akil hastanesinde yatiyor) kafa kafaya vermis, onunla yollayacakmis mektubu,  yazmis,  ama  sonra vazgeçmis, mektubu vermisken geri almis onu; ölmeden üç hafta önce oluyor bu... Çok önemli bir durum: Bir kere yollamaya karar verdikten sonra, vazgeçmis olsa bile baska bir zaman yollayabilirdi demektir. Sonra yollayip yollamadigi- (1)    Gerçekte  (Lâtince).

ni bilmiyorum iste; ne var ki, yollamadigini gösteren bazi belirtiler var ortada; öyle olsaydi Prens onun Petersburg'da bulundugunu kesinlikle bilirdi. Öldügüne de sevinirdi tabiî! -  Evet, hatirladim, Alyosa onu pek sevindiren bir mektup aldigini söylemisti. Ama bu daha geçenlerde olmus, topu topu iki ay önce. Peki sonra, Prensle senin isler ne oldu? -  Ne olacak? Düsün bir kere: Yüzde yüz eminim, ama elimde delil yok... ne kadar ugrastiysam en küçük bir delil bulamadim. Durum kritikti! Yurt disiyla iliski kurmam gerekiyordu, ama nereyle ? Bilmiyordum. Prensle bir çatismaya girmemin, onu birtakim imali sözlerle, bildiklerimden daha çok sey biliyormus numarasi yapmakla korkutmamin gerektigini anlamistim tabiî... -  Sonra? -  Kuru gürültüye pabuç birakmadi;  ama gene de korktu,  hâlâ korku içinde.  Birkaç kere bulustuk,  nasil alttan aliyor görsen! Bir keresinde    arkadasça açilacak oldu bana. Benim her seyi bildigimi saniyordu o zaman. Çok hos, duygulu, içtenlikle anlatiyordu, ama söylediklerinin hepsi yalandi tabiî, hayasizca yalan    söylüyordu. Benden ne denli korktugunu o zaman anladim iste. Çok safmisim da kurnazlik etmeye
kalkisiyormusum gibi gö-rünüyordum ona. Beceriksizce korkutmaya çalisiyordum, tabiî bile bile yapiyordum bunu. Mahsustan çam deviriyor, göz dagi veriyordum. Niyetim kendimi ona saf belletip agzindan söz almakti. Ama farkina    vardi  alçak! Baska bir keresinde sarhos numarasi yaptim, gene sökmedi: Çok kurnaz namussuz! Bilmem    anlatabildim mi Vanya, bir kere benden ne kadar korktugunu ögrenmem gerekiyordu;  sonra, gerçekten bildigimden çok sey biliyor gözükmeliydim ona... -  Sonunda ne oldu? -  Hiç. Delil gerekliydi, ama benim    elimde yoktu böyle bir sey. Ne var ki, benim bir gürültü çikarabilecegimi de anlamisti. Rezaletti korktugu tek sey, çünkü birtakim iliskiler kurmak üzereydi burada. Evleniyor, biliyor musun? -  Hayir... -  Gelecek yil! Evlenecegi kimseyi daha geçen yildan kestirdi gözüne. Kiz o zaman on dördündeydi, simdi on besinde tabiî, zavalli okul önlügüyle dolasiyor daha. Kizin anasi babasi seviniyorlar! Karisinin ölümü onun için ne denli önemliydi, anliyor musun simdi? Kizin babasi general... para istedigin kadar! Senle bana düsmez böylesi Vanya... Masloboyev yumrugunu masaya öfkeyle indirerek, -  Yalniz bir aptalligimi hazmedemiyorum, diye bagirdi, namussuz herif iki hafta önce aldatti beni... -  Nasil? -  Basbayagi...    Elimde delil olmadiginin    farkina vardigini sezinliyordum; is ne kadar uzarsa güçsüzlügümü o kadar anlayacagini düsündügüm için iki bine razi oldum. -  Aldin mi iki bini?.. -  Hem de gümüs iki bin... Dislerimi gicirdata gicir-data aldim. Böyle bir isin ücreti iki bin miydi! Küçüldüm o anda. Samar yemis gibi duruyordum karsisinda; «Masloboyev, dedi, eski iyiliklerinizin karsiligini vermedim henüz  (oysa konustugumuz gibi, yüz elli ruble vermisti), simdi de gidiyorum; su iki bini alin. Umarim isimiz bitti artik.» «Tamamen bitti artik, Prens» dedim; ama yüzüne bakamiyordum. Bana «Çok bu para ama içimden koptu, senin gibi enayiye veriyorum» der    gibilerden baktigini düsünüyordum. Disari nasil çiktigimi hatirlamiyorum. -  Ama senin bu yaptigin düpedüz alçaklik Masloboyev! diye haykirdim. Nelli'yi düsün!

-  Alçaklik da söz mü, canilik, rezillik... Bu... bu... anlatacak söz bulamiyorum! -  Tanrim! Hiç degilse Nelli'ye biraz yardim etmesi gerekirdi! -  Elbette. Ama nasil zorlarsin buna onu? Korkutmakla mi? Korkmaz: Para aldim ondan. Iki bin rubleye bana satti korkusunu! Artik niçin korksun? Umutsuzca, -  Nelli'nin isi de böylece kapandi mi yani? diye bagirdim. Masloboyev ürperdi, heyecanli bir sesle, -  Asla! dedi. Birakmam bunu ona! Yeni bir is açacagim basina Vanya, kararimi verdim! Iki bin ruble aldiysam ne olmus? Allah belâsini versin. Ugradigim hakarete sayarim, namussuz çok fena tongaya   bastirdi beni çünkü, alay etti benimle. Tongaya bastirdigi yetmemis gibi bir de alay etti! Hayir, alaya gelemem ben... Simdi ise Nelli'den baslayacagim Vanya.    Bazi    durumlardan, esrar perdesini onun yardimiyla kaldirabilecegimi saniyorum. Her seyi biliyor o, her seyi... Annesi anlatti ona. Hastayken, sayiklarken anlatmis olabilir. Içini dökecegi kimsesi yoktu, kizma döktü, - Masloboyev keyifli keyifli ogusturdu ellerini. - Belki bazi deliller de bulabiliriz. Buraya niçin bu kadar sik geldigimi anliyor musun simdi Vanya? Önce, seni sevdigimden,bunu söylemeye lüzum yok zaten; sonra, Nelli'yi inceliyorum. Vanya'cigim, is-tesen de istemesen de yardim   etmek   zorundasin bana, çünkü Nelli'yi etkileyebiliyorsun. -  Edecegim, diye haykirdim,    Masloboyev umarim önce kendi çikarim degil de Nelli'yi, zavalli, mutsuz bir yetimi düsünerek hareket edeceksindir... -  Kimin çikarini düsünerek    hareket edecegimden sana ne! Önemli olan bir seyler yapmis olmak! Elbette önce yetim kizi düsünecegim!  Ama birazcik da kendimi Ezilenler - F : 28 düsünürsem sakin gücenme! Yoksul bir insanim ben, yoksullari hor görmemeli. Hakkimi yedigi yetmemis gibi tuttu bir de alay etti benimle. Böyle bir madrabazin cezasini vermemeli miyim sence? Morgen-fri! Devrisi günkü çiçek bayramimiz olmadi. Nelli fenalasmisti, yatagindan kalkamadi. Yattigi odadan bir daha hiç çikamadi. Iki hafta sonra öldü. Bu iki hafta içinde kendinde degildi, o tuhaf hayallerinden bir an kurtulamadi. Aklini az da olsa yitirmisti sanki. Ölünceye kadar dedesinin onu çagirdigina, gelmiyor diye ona kizdigina, bastonuyla yere vurarak gidip dilenmesini, ekmekle tütün parasi bulmasini söyledigine inandi. Uykudayken birden aglamaya basliyor, hemen uyanip, düsünde annesini gördügünü söylüyordu. Arada bir kendine geliyordu. Bir keresinde yalnizdik odada: Bana dogru uzandi, bir deri bir kemik kalmis, ates gibi yanan eliyle elimi tuttu. -  Vanya, dedi, ben ölünce Natasa'yla evlen.
Bunu çoktan beri düsündügü belliydi. Gözlerinin içine bakarak sessizce gülümsedim. Gülümsedigimi görünce o da gülümsedi, zayif parmagini beni tehdit eder gibi, muzip bir tavirla salladi, yüzümü gözümü öpmeye basladi... Ölümünden üç gün önce nefis bir yaz aksami perdeyi kaldirip pencereyi açmamizi istedi. Küçük bahçeye bakiyordu bu pencere. Disardaki yesillige, batmak üzere olan günese uzun uzun baktiktan sonra birden bizi yalniz birakmalarim istedi. Çok bitkin oldugu için zayif bir sesle, -  Vanya, dedi, yakinda ölecegim. Hem de çok yakinda... Beni unutmamani istiyorum. Hatira olarak sunu birakiyorum sana. (Boynuna haçla beraber asili muska gibi, beze sarili irice bir seyi gösterdi.) Ölürken annem birakmisti bunu bana. Ben ölünce al onu, aç, içinde yazilanlari oku. Bunu senden baskasina vermemelerini söyleye-

cegim. Ben öldükten sonra ona git, öldügümü, ama onu affetmedigimi söyle, incil'i okudugumu, orada «Bütün düsmanlarinizi affedin» diye yazdigi halde gene affetmedigimi de söyle. «Annem ölürken onu lanetle dedi bana diyor, de, kendim için degil, annem için lanetliyorum onu » Annemin nasil öldügünü, Bubnova'nin evindeki yasayisimi anlat; beni orada ne durumda buldugunu da anlat, her seyi, her seyi ögrensin... Onun yanina gitmektense Bubnova'nin evinde kalmaya razi oldugumu da söyle... Nelli bunlari söyleyince yüzü kireç gibi bembeyaz oldu, yüregi öyle hizli çarpmaya basladi ki, basini yastiga koydu, iki dakika hiç bir sey söyleyemedi. Sonunda bitkin bir sesle, - Çagir onlari Vanya, dedi, vedalasmak istiyorum hepsiyle. Elveda Vanya!... Son kere sevgiyle kucakladi beni, sikti, sikti. Bizimkiler girdi içeri. Kizcagizin ölmek üzere olduguna akil erdiremiyordu ihtiyar. Son ana kadar hepimizle cenklesi-yor, Nelli'nin iyilesecegini söylüyordu. Üzüntüden büsbütün zayiflamisti, gece gündüz hastanin basucunda oturuyordu. .. Son geceler hiç. uyumadi. Nelli'nin en küçük bir istegini yapmak için çirpiniyor; bazan disari çiktiginda içli içli agliyor, ama bir dakika sonra gene umutlaniyor, Nelli'nin muhakkak iyilesecegini söylüyordu. Odayi çiçeklerle donatmisti. Bir keresinde Nelli'cigine kirmizi beyaz güllerden kocaman bir demet getirmisti... Hem çok uzak bir yere sirf bu gülleri almak için gitmisti. Bütün bunlar Nelli'yi çok heyecanlandiriyordu. Herkesten gelen böylesine bir sevgiyi karsiliksiz birakamiyordu. O vedalasma aksami ihtiyar bir türlü ebediyen vedalasmak istemedi onunla. Nelli gülümsedi, uyuyuncaya kadar neseli görünmeye çalisti, hattâ sakalasti ihtiyarla... Odalarimiza çekilirken umutlanmistik bile, ama devrisi günü konusami-yordu. iki gün sonra da öldü. Ihtiyarin tabutu çiçeklerle bezeyisini, kizin kuru, ölü yüzüne, donuk gülümseyisine, gögsünün üzerine çaprazlama konmus kollarina bakisim hiç unutamam. Ölen öz kiziymis gibi agliyordu. Natasa, ben, hepimiz avutmaya çalisiyorduk onu, ama dinmiyordu aglamasi. Nelli'nin ölümünden sonra agir hasta oldu. Ölünün boynundan çikarilan küçük torbacigi Anna Andreyevna'nin kendisi verdi bana. Nelli'nin annesinin Prense mektubu vardi içinde. Nelli öldügü gün okudum onu. Prensi lanetle aniyor, onu hiç bir zaman affetmeyecegini söylüyor, çektiklerini anlatiyor, Nelli'yi bekleyen korkunç günlerden söz ediyor, hiç olmazsa çocuk için bir seyler yapmasi için yalvariyordu. «Sizin evlâdinizdir o, diye yaziyordu, sizin kizinizdir, öz "kiziniz oldugunu sis de biliyorsunuz. Ben öldükten sonra size gelmesini, bu mektubu vermesini söyledim ona. Nelli'mi yüzüstü birakmazsaniz orada affederim sizi belki, yüce yargi günü Tanri'nin tahtinin önünde yere kapanir, günahlarinizi bagislamasi için yalvaririm. Bu mektupta neler yazdigimi biliyor Nelli. Okudum ona. Her seyi anlattim, her seyi, biliyor, her seyi... » Ama annesinin dedigini yapmamisti Nelli. Her seyi bildigi halde gitmedi Prense, onunla barismadan öldü. Nelli'yi topraga verip eve döndükten sonra Natasa'yla bahçeye çiktik. Günesli, güzel bir gündü. Bir hafta sonra gideceklerdi. Natasa tuhaf bir bakisla uzun uzun bakti gözlerimin içine. -  Vanya, dedi, Vanya, bir düstü bu! -  Düs olan ne? -  Hepsi, hepsi. Bir yildan    beri olan her sey. Ah Vanya, ne diye senin mutlulugunu da mahvettim! «Ömrümüzün sonuna kadar mutlu olabilirdik seninle!» demek istedigini okudum gözlerinde. BiTTi   ALTIN KITAPLAR YAYINEVI ALTIN KLASIKLER RUS   EDEBIYATI

EZILENLER Tam metin, Rusça aslindan dilimize çeviren : Ergin ALTAY 01 0103 -70 EZILENLER, ALTIN KLASIKLER dizisinin 14. kitabi olarak ilk defa Aralik 1969 da yayimlandi. Kapak resmini Ayhan Erer'in hazirladigi bu kitap, As Basimevi'nde basildi. «EZILENLER» ÜZERINE
Dostoyevski'nin EZILENLER'i sonradan yazdigi nice ünlü romanlarinin ilk tohumlarini tasir. Buradaki kahramanlar onun dünyasini yansitan en gerçek kisilerdir. Bütün elestirmenlerin sözbirligiyle vardiklari yargi, yazarin en gerçekçi romaninin EZILENLER oldugudur. Roman ilk defa 1861'de Dostoyevski'nin erkek kardesiyle birlikte yayinladiklari «Zaman» adli dergide tefrika edilmistir. Bu dergi Michael Dostoyevski'nin ölümü üzerine kapanmis, sonralari baska adla yeniden yayinlanmaya baslamistir. Romandaki tiplerin en ilgi çekicisi, askini, mutlulugunu baskalari ugruna harcayan Natasa'dir. Natasa, ailesi, sevgilisi ve kendisi arasinda denge kurmaga çalisan ama bütün Dostoyevski kahramanlari gibi ruh buhranlari içinde eriyip giden bir kizdir. Romanin anlaticisi Ivan Petroviç'in (Vanya) karakterinde romancinin kendi hayatindan kesitler bulmak mümkündür. Gerçekten de kahramanin yazarlik serüveni ve elestirmenle olan iliskileri bize Dostoyevski'nin Bielinski'yle olan bagintilarini hatirlatmaktadir. Yukarida romanin yazarin en gerçekçi eseri oldugu yargisini verirken dayandigimiz bir tesbit de; ünlü Prensin, iki yüzlülüklerini, düzenbazliklarini, ahlâksizliklarini yansitmasidir. Devrim öncesi Rus toplumunun en tipik kisileridir bunlar. Para ve söhret için yapamayacaklari sey yoktur.Dostoyevski buna EZILENLER adim verirken romandaki kisilerim yalniz yoksulluklarini degil onlarin bu asagilanmadan ötürü duyduklari mânevi bunalimi da vermistir. Zenginlikten sonra, rutubetli bir odada can verecek hale düsen Smith, bu odada eserini yaratmaya çalisan Petroviç bir toplumun düzensizliginin, aksakliginin asagi kattaki insanlar üzerinde yaptigi yikintilarin temsilcisidirler. Kimi elestirmenlere göre bu roman, yazarin bati etkisinde kaldigini belirten eserleri arasinda sayilmalidir. Gerçekten de duygululuk yönünden bazi sayfalar Dickens'i andirir, daha ileri giderek söyliyelim, Prensin gayrimes-ru çocugu Nelly, uzaktan uzaga Oliver Twist'i hatirlatir. Ayrica yazarin ünlü BUDALA'sinin kaynagim ve nasil olustugunu merak edenler mutlaka EZILENLER'i okumak zorundadirlar. Çünkü Prens Miskin'in, karakter çizgileri yavas yavas EZILENLER'de belirmege baslar. EZILENLER'in bir özelligi de Dostoyevski'nin burada tabiat tasvirleri yapmasidir. Tasvirler daha ilk sayfada baslar. Yazarin diger romanlarinda yapilan bu tür tasvirler ancak bir «halet-i ruhiye»yi vermek amaciyla yapilmistir. Halbuki burada dogrudan dogruya tabiat tasvir edilmistir. EZILENLER'deki kisiler bir toplumun çürüyüsünün ilgi çekici destanidir. Yazar burada sonradan kendini adadigi gibi ruhi gerçeklere degil, somut gerçeklere egilmistir. Natasa, Prens, Vanya ve hele hele hayatinin yönünü bir türlü bulamayan Alyosa çok sevimli, gerçek tiplerdir ama bunun yaninda da büyük trajedi kahramanlaridir. EZILENLER, Dostoyevski'nin romanciligi ve onun roman kahramanlari hakkinda bildiklerinize yeni görüs açilari getirecek önemli bir romandir. BIRINCI BÖLÜM I Geçen yilin 22 mart aksaminda garip bir olay geçti basimdan.    Bütün gün dolasmis, kendime bir daire aramistim.  Oturdugum yer pek rutubetliydi, bu yüzden kötü kötü öksürmeye baslamistim. Daha sonbaharda koymustum aklima oradan çikmayi, ama ilk bahara kadar uzamisti. Sabahtan beri dolastigim halde istedigim gibi bir yer bulamamistim bir oda bile olsa, ayri bir daire olsun istiyordum; sonra, genis - tabiî kirasi da az - olmaliydi. Dar yerde kisinin düsüncelerinin de daraldigim anlamistim. Yazacagim öyküleri düsünürken odanin içinde bir asagi bir yukari dolasmayi severdim. Sirasi gelmisken söyleyeyim: Eserlerimi yazmaktan çok onlar üzerinde düsünmek, hayâl kurmak hosuma gitmistir daima. Dogrusu, tembelligimden degildir bu. Peki ama nedendir öyleyse? Daha sabahleyin pek iyi hissetmiyordum kendimi, aksam üzeri ise oldukça fenalasmistim, titriyordum. Üstelik, bütün gün ayaktaydim, yorulmustum. Hava kararmaya basladiginda Voznesenski caddesinden geçiyordum. Petersburg'un mart günesine, özellikle gurupuna - tabiî açik, dondurucu soguk bir aksam - bayilirim. Her yani kizil bir isik kaplar birden. Evler alev alev yanmaya baslar sanki. Boz, sari, kirli - yesil renklerinin kasvetli görünümü bir anda kaybolur. Kisinin içi aydinlanir sanki; ürperir ya da biri dirsegiyle dürtmüs gibi irkilirsin. Yepyeni duygular doldurur içini... Bir günes isininin kisinin ruhunda yaratabilecegi degisiklik öyle büyüktür ki! Gelgelelim, biraz sonra bu günes isini yok olmustu; dondurucu soguk burnumun ucunu sizlatiyordu; hava iyice kararmisti; dükkânlarin pencerelerinden gaz lâmbalarinin ölgün isigi siziyordu disari. Miller'in pastahanesinin önünden geçiyordum ki, yildirim çarpmis gibi durdum birden, pastahanenin bulundugu yana bakmaya basladim. Içimde, olaganüstü bir sey olacakmis, gibi bir his vardi. Tam o anda karsi kaldirimda yaninda köpegiyle yasli bir adam ilisti gözüme. Anlayamadigim, tuhaf bir duygunun kalbimi hizli hizli çarptirmaya basladigi bugünmüs gibi hatirimda. Mistik bir insan degilimdir; batil inançlarim yoktur, fala inanmam. Bununla beraber, herkes gibi benim basimdan da garip birkaç olay geçmistir. Sözgelimi, bu ihtiyari alalim: Onunla karsilastigimda b aksam tuhaf bir seyin olacagi niçin dogmustu içime? Üstelik hastaydim da; insan hastayken duygulari daima yaniltici olur.
Yasli adam bitkin adimlarla, - bacaklarini hiç bükmeden, degnek gibi öne atiyordu - ikibüklüm, elindeki bastonu yere hafifçe vurarak pastahaneye dogru yavas yavas yürüyordu. Ömrümde böylesine garip biçimli bir insan görmemistim. Daha önce de, Miller'in pastanesinde onunla her karsilasmamda tuhaf bir duyguya kapilirdim. Uzun boyu, kambur sirti, seksenlik ölgün yüzü, lime lime paltosu; ancak ense kisminda aktan çok sari - beyaz bir tutam saç kalem çiplak basindaki, kullanilacak yeri kal-mamis, yirmi yillik, yuvarlak kenarli sapkasi; sanki düsünülmeden yapilan, kurulmus bir zemberek yardimiyla

sürdürülüyormusa benzeyen hareketleri...  Bütün bunlar ilk bakista elinde olmadan sasirtiyordu insani. Dogrusu, yasi böylesine geçkin bir ihtiyari yapayalniz, yardimcisiz görmek pek tuhafti; üstelik, bakicilarindan kaçmis bir deliyi de andirmiyor degildi hani. Asiri derecede siskaligi da garibime gidiyordu: Beden diye bir sey yoktu onda sanki,  iskeletinin üzerine  sadece bir  deri yapistirilmis gibiydi. Çevresi mosmor, iri, ama fersiz gözleri hiç bir sey görmedigi halde - bunu kesinlikle biliyorum - daima karsiya bakardi. Yüzünüze baka baka, önünde kimse yokmus gibi üzerinize üzerinize yürürdü. Birkaç kere tanik oldum buna. Miller'in pastahanesinde son zamanlarda gözükmeye baslamisti. Nereden geldigini kimse bilmiyordu. Köpegi daima yanindaydi. Pastahane müsterilerinden konusan yoktu onunla. O da konusmuyordu kimseyle zaten. Kaldirimda durmus, merakli gözlerle ona bakarken «Niçin Miller'in pastahanesine dadandi bu adam? diye  düsünüyordum,  ne  isi  olabilir  orada?» Hastaligimin, yorgunlugumun sonucu, anlasilmaz bir can sikintisi sarmisti içimi. Kendi kendime devam ediyordum: «Niyeti ne acaba? Ne düsünüyor? Bakalim düsünüyor mu hem? Yüzü bir sey ifade etmekten çok uzak... Öylesine ölgün ki!  Ondan bir parçaymis gibi yanindan hiç ayrilmayan su köpegi de nereden bulmus? Ne kadar da benziyorlar birbirine!» Bu zavalli köpek de seksen yasinda olmaliydi; evet evet, muhakkak o da seksen yasindaydi. Bir kere, hiç bir köpegin gösteremiyecegi kadar yasli gösteriyordu; sonra, niçin onu ilk gördügüm an, bu köpegin öteki köpeklere benzemeyen, olaganüstü bir köpek oldugunu geçirdim aklimdan? Yüzdeyüz büyülü, esrarli bir yani bulundugunu; belki de köpek kiliginda bir Mefisto oldugunu; kaderinin birtakim bilinmez, gizli baglarla sahibinin kaderine baglandigim düsündüm? Onu görseniz, son kez yirmi yil önce bir seyler yedigini siz de kabul ederdiniz. Sahibi gibi bir deri bir kemikti. Hemen hemen hiç tüy kalmamisti üzerinde; arkasinda bir sopa gibi sarkan, daima bacaklarinin arasina sikistirdigi kuyrugu da çiplakti. Koca kulakli basini hiç kaldirmaz, dalgin dalgin önüne bakardi hep. Ömrümde onun kadar igrenç bir köpek görmedim. Adam önde, köpek arkada yürürlerdi daima; hayvanin burnu, yapisik gibi, sahibinin paltosunun eteginden ayrilmazdi. Yürüyüsleri de, görünümleri de her adimda söyle söylerdi sanki : Yasliyiz Tanrim, yasliyiz, öyle yasliyiz ki! Hatirliyorum, bir keresinde «sakin ihtiyarla köpegi, Gavarni'nin resimledigi Hoffman'in masallari kitabinin sayfalarindan siyrilip yeryüzünde dolasmaya baslayan varliklar olmasin?» diye geçirmistim içimden. Karsiya geçip, ihtiyarin arkasindan ben de girdim pastahaneye. Ihtiyari herkes pek garipsiyordu pastahanede; bu istenmeyen konuk kapidan girince, tezgâhin arkasinda ayakta duran Miller de surat asmaya baslamisti son zamanlarda. Bir kere, bu acayip ihtiyar ne bir sey yiyor, ne de içiyordu. içeri girince dogru kösedeki sobanin yanina gidiyor, her zaman ayni sandalyeye çöküyordu. Sobanin yanindaki yerinde baska biri oturuyorsa, adamin karsisinda bir süre saskin saskin ayakta durduktan sonra cani sikilmis gibi öteki köseye, pencerenin dibine geçiyordu. Orada kendine bir sandalye buluyor, yavasça oturuyor, sapkasini çikarip hemen yanina yere koyuyor, bastonunu da sapkasinin yanina biraktiktan sonra sandalyenin arkaligina yaslanip üç dört saat öyle hareketsiz kaliyordu. Eline gazete falan almazdi; agzindan bir sözcük çiktigi da yoktu. Gözlerini iyice açmis, donuk bakislarla önüne bakardi hep; öyle ki, o anda hiç bir sey görmedigine, isitmedigine bahse girilebilirdi. Köpek de oldugu yerde iki üç kere döndükten sonra, usulca sahibinin bacaklarinin di-

binde boyluboyunea yere uzaniyor, basini çizmelerinin arasina sokup derin bir gögüs geçirdikten sonra öyle kaliyor, ölmüs gibi hiç kipirdamiyordu. Sanki bu iki yaratik sabahtan beri bir yerde ölü olarak yatiyorlardi da, günes batar batmaz, sirf Miller'in pastahanesine gelmek, orada hiç kimsenin bilmedigi, esrarli bir görevi yerine getirmek için canlaniveriyorlardi, ihtiyar, üç dört saat oturduktan sonra nihayet kalkiyor, sapkasiyla bastonunu alip evine gidiyordu. Köpek de dogruluyor, her zamanki gibi kuyrugunu bacaklari arasina sikistiriyor, basim önüne sarkitiyor, agir adimlarla sahibinin pesi sira yürüyordu. Pastahaneye gelenler zamanla uzaklasmaya baslamislardi ihtiyardan; igreniyormus gibi yakininda bile oturmuyorlardi. Oysa ihtiyar hiç bir seyin farkinda degildi. Bu pastahanenin müsterileri daha çok Almandi. Voznesenski caddesinde oturan ne kadar çilingir, firinci, boyaci, sapkaci, kosumcu -kisacasi, saygi deger- Alman varsa hepsi buraya gelirdi. Miller'in pastahanesinde içten bir hava eserdi çogunlukla. Patron sik sik tanidik müsterilerinin masasina oturur,  onlarla beraber birkaç kadeh punç yuvarlardi. Dükkân sahibinin çocuklari, köpekleri de giderlerdi bazan müsterilerin yanina; müsteriler onlari sever, oksarlardi. Herkes birbirini tanir, sayardi. Müsteriler Almaa gazetelerini okumaya daldiklarinda salondan bir kapiyla ayrilan patronun dairesinden, Miller'in tipki beyaz bir fareye benzeyen,
saçlari bukleli, sa-, risin büyük kizinin akordsuz bir piyanoda çaldigi Augus-tin'im (1) duyulurdu. Bu valsi seve seve dinlerdi herkes. Her ayin ilk günlerinde Miller'in pastahanesine gider, oraya gelen Rus dergilerini okurdum. -    (1)  O siralar Alman, küçük, esnafi     arasinda pek  sevilen  bir sarki:  «Mein lieber Augustin»   («Benini sevgili Augustin'im.») Içeri  girdigimde  ihtiyar  pencerenin  dibinde oturuyordu; köpegi de ayaklarinin dibindeki    yerini almisti. Hiç bir sey söylemeden geçip köseye oturdum. «isim falan yokken, böylesine hastayken, bir an önce eve gidip çayimi içtikten sonra yatmam gerekiyorken niçin girdim buraya? diye soruyordum kendi kendime. Gerçekten de su ihtiyari seyretmek için mi geldim acaba?» Canim sikilmaya baslamisti. Disarda onu gördügüm zaman ruhuma dolan o tuhaf duyguyu hatirlayarak «Bana ne ondan? diye geçirdim içimden. Bütün bu soguk Almanlardan bana ne? Bu tuhaf duygum nereden geliyor? Son zamanlarda benligimi saran; yasamama, - son öykümü okuyan usta elestirmenin söyledigi gibi - hayati açik seçik görmeme engel olan bu ucuz, incir çekirdegini    doldurmayan seylerden duydugum endisenin sebebi nedir?» Böyle düsündügüm, kendi kendime sitem ettigim halde kalkip git-miyordum. Bu arada iyice fenalasmistim, sicacik yerden disari çikmayi hiç istemiyordu canim artik. Bir Frankfurt gazetesi aldim elime, iki satir okuyunca daldim. Almanlarin engel oldugu yoktu bana.  Onlar gazetelerini okuyor, sadece arada, yarim saatte bir alçak sesle yeni haberler, ünlü Alman mizahçisi Safir'in nükteleri üzerine kisa kisa konusuyorlar; sonra, bir kat daha    çogalmis ulusal bir gururla okumaya daliyorlardi gene. Yarim saat sonra uyandigimda zangir zangir titriyordum. Artik eve gitmek zorundaydim. Tani bu sirada salonda geçen sessiz bir olay bir kere daha beni gitmekten alakoydu. Ihtiyarin oturduktan sonra gözlerini karsisindaki bir seye dikip, kalkincaya kadar bakislarini oradan bir daha ayirmadigini yukarda söylemistim. Anlamsiz bir israrla bir yere dikilen bu donuk bakisin bana yöneltildigi aksamlar da olmustu: Içimi son derece kötü, hattâ dayanilmaz bir duygu kaplardi, elden geldigince çabuk yerimi degistirirdim. Bu keresinde ihtiyarin 15 kurbani, kentimize yeni gelmis, Adam Ivaniç Sultz adinda, Miller'in yakin dostu - bunu sonra ögrendim - ama ihtiyari da müsterilerin çogunu da tanimayan, dis görünüsü pek hos, sert kolali yakalari kalkik, yüzü kipkirmizi zi, sismanca, Riga tüccarlarindan ufak tefek bir Alman-di. «Darfbarbier» i (1) büyük bir hazla okur, bir yandan da punçunu yudumlarken birden basim kaldirip ihtiyarin, durgun bakislarini ona diktigini farketti. Bu sasirtti onu. «Soylu» bütün Almanlar gibi Adam Ivaniç da utangaç, duygulu bir insandi. Yüzüne böyle saygisizca, dik dik bakilmasi tuhafina gitmisti, sikilmisti. Öfkesini tutup, saygisiz  adamdan gözlerini kaçirdi,  kendi kendine  bir seyler    homurdanarak yüzünü gazeteyle kapadi. Ne var ki sabredemedi, iki dakika sonra basini uzatip gazetesinin üstünden merakla bakti: Ihtiyarin anlamsiz bakisi hâlâ ona yönelmisti. Adam Ivaniç gene bir sey söylemedi. Basini üçüncü kez uzattiginda yüzü birden kipkirmizi oldu. Kendini, gururunu savunmaya, soylu    kisilerin yaninda güzel kenti  Riga'nin adinin  lekelenmesine engel  olmaya - kendisini Riga'nin temsilcisi sayiyordu besbelli - karar vermisti. Elindeki gazeteyi sinirli bir hareketle masanin üzerine firlatip - gazetinin raptiyeyle tutturuldu-gu çita gürültüyle çarpti masaya - punçtan, gururundan yüzü kipkirmizi, içi alev alev yanan küçük gözlerini zavalli ihtiyara dikti.  Sanki Almanla rakibi, bakislarinin manyetik gücüyle birbirini yenmeye çalisiyorlardi. Çitanin masaya çarpmasindan çikan sesle Adam Ivaniç'in tuhaf durusu bütün müsterilerin dikkatini çekmisti. Hepsi ellerindeki gazeteleri birakmis, magrur, sessiz bir merakla iki rakibe bakiyorlardi. Pek gülünç bir sahneydi bu. Gel-gelelim, Adam Ivaniç'in bakislarindaki manyatik gücün (1)    «Köy berberi» - O zamanlar çikan bir Alman gazetesi.16 hiç bir etkisi olmamisti. Ihtiyar, öfkeden, kuduran bay Sultz'a gene öyle dalgin dalgin bakiyordu. Akli baska yer-lerdeymis gibi, herkesin onunla ilgilendiginin bile farkinda degildi. Sonunda sabri tükendi Adam Ivaniç'in. Sert, çin çin öten bir sesle, Almanca, -  Niçin öyle dikkatli dikkatli bakiyorsunuz bana bayim? diye bagirdi.                                        . Ama rakibi onun ne söyledigini anlamiyormus, sesini duymuyormus gibi susmaya devam ediyordu. Adam Ivaniç bu kez Rusça sormaya karar vermisti. Bir kat daha öfkeli bir sesle, -  Size sormak niçin böyle dik bakiyor bana?- diye haykirdi. Ayaga firlayarak devam etti : -  Beni tanirlar sarayda, sizi tanimazlar! Ama ihtiyarin kipirdandigi bile yoktu. Almanlar nefretle homurdanmaya baslamisti. Miller de gelmisti gürültüye. Durumu ögrenince ihtiyarin sagir oldugunu düsünerek kulagina iyice egildi. Müsterisinin yüzüne dik dik bakarak yüksek sesle, -  Bay Sultz ona bakmamanizi rica ediyor, diye bagirdi. Ihtiyar birden Miller'e bakti, o âna kadar durgun olan yüzünde endiseli bir düsünce, bir heyecan ifadesi belirdi. Telâslandi, inleyerek egildi, aceleyle sapkasini, bastonunu aldi; aci bir gülümsemeyle - yanlislikla oturdugu yerden kavulan bir zavallinin sinik gülümsemesiydi bu - ayaga kalkti, disari çikmaya hazirlandi. Zavalli, çökmüs ihtiyarin bu uslu, ezik aceleciliginde öylesine acikli, insanin içini burkan bir sey vardi ki, basta
Adam Ivaniç olmak üzere bütün müsterilerin düsüncesi bir anda degismisti. Ihtiyarin, birisine hakaret etmek söyle dursun, bir dilenci gibi her yerden kovulabilecegini bildigi belliydi.

Miller iyi yürekli, duygulu bir insandi. Ihtiyarin sirtini oksayarak, -  Hayir, hayir, dedi, oturun! Aber (1) ger (2) Sultz sadece ona dikkatli dikkatli   bakmamanizi rica etmisti. Sarayda tanirlar onu. Gelgelelim, zavalli ihtiyar gene anlamadi, daha da telâslandi; sapkasinin içinden düsen eski, delik desik, açik mavi mendilini egilip aldi; basi ön ayaklari arasinda, hiç kipirdamadan yerde yatan köpegine - hayvan belbelli derin bir uykuya dalmisti - seslenmeye basladi. Titrek, bitik bir sesle, -  Azorka, Azorka! dedi. Azorka! Azorka'nin  kipirdadigi  yoktu.  Ihtiyar,  cani  sikkin, -  Azorka, Azorka, diye tekrar etti. Bastonuyla dürttü köpegi, ama Azorka kipirdamiyordu. Elinden bastonu düstü ihtiyarin. Çömelip yere diz çöktü, Azorkanin basini ellerinin arasina aldi. Zavalli Azorka! Ölmüstü. Zavalli hayvan, sahibinin ayaklari dibinde belki yasliliktan, belki de açliktan, sessizce ölmüstü. Ihtiyar saskin saskin, Azorka'nin öldügünü anlayamiyormus gibi bir dakika kadar öyle bakti yüzüne; sonra yavasça egildi emektar dostuna dogru, solgun yüzünü hayvanin sogumus basina dayadi. Bir dakika çit çikmadi salonda. Hepimiz duygulanmistik... Sonunda dogruldu ihtiyar. Yüzü bembeyazdi, sitma nöbeti gelmis gibi titriyordu. Yufka yürekli Miller, onu teselli etmek istegiyle, -  Doldurmak saman bu köpegin içini, dedi. Iyice saman doldurmak. Fyodor Karloviç Kriger ustasidir bu isin. Bastonu yerden alip ihtiyara verirken ekledi: (1)    ama   (Almanca) (2)    bay (Almanca) Ezilenler - F : 2 -  Fyodor Karloviç  Kriger çok  iyi hayvan doldurmak. Öne çikan bay Kriger alçakgönüllü bir tavirla, -  Evet, ben çok iyi doldurmak hayvan. Bu, tepesinde tutam tutam kizil saçli, gaga burnunun üzerinde gözlügüyle, zayif, uzun boylu, görünüste iyi yürekli bir Almandi. Aklina gelen düsünceden cosan Miller, -  Her çesit hayvani doldurmakta çok kabiliyetlidir Fyodor Karloviç Kriger, diye ekledi. Bay Kriger atildi gene: -  Evet, her çesit hayvani doldurmakta çok kabili-yetliyimdir. Coskun bir cömertlik içinde devam etti: -  Hem köpeginizi parasiz dolduracagim size. Adam Ivaniç Sultz, yüzü bir kat daha kizarmis, ihtiyarin ugradigi felâkete kendisinin sebep oldugu inanciyla, -  Hayir, hayir!  diye haykirdi, emeginizin karsiligim ben verecek size. Ihtiyar bütün bu konusmalari dinliyordu ya, bir sey anlamadigi belliydi; zangir zangir titriyordu. Garip müsterisinin gitmeye hazirlandigim gören Miller, -  Bir dakika! diye bagirdi. Bir kadeh nefis konyagimizi için! Konyagi getirdiler. Ihtiyar, çabuk bir hareketle aldi kadehi, ama elleri titriyordu, agzina götürecegine yarisini döktü, bir damla içmeden tepsiye geri koydu. Sonra Azorka'yi oldugu yerde birakip tuhaf, o anda pek yadirganan bir gülümsemeyle çabuk çabuk kapiya yürüdü. Herkes sasirmisti. Almanlar birbirinin yüzüne bakarak, -  Schwerenot! Was für eme Geschichte!   (1)  diye mirildandilar. (1)    Felâket! ise bakin! ___   19   ___

Ben ihtiyarin arkasindan kostum. Pastahaneden birkaç adim ötede, sagda dar, iki yaninda kocaman kocaman evler olan, karanlik bir ara sokak vardi. Içimde bir ses ihtiyarin o sokaga saptigini söylüyordu bana. Sokaga girince sagdan ikinci ev yeni yapiliyordu, disi kalaslarla çevriliydi. Evin önündeki tahta perde sokagin neredeyse ortasina kadar çikiyordu. Yayalar için tahta perde boyunca bir sira kalas dösenmisti. Tahta perdeyle evin arasinda kalan karanlik bir kösede buldum ihtiyari. Kaldirima oturmus, dirseklerini dizlerine dayayip basini elleri arasina almisti. Yanina oturdum. Nereden baslayacagimi bilemeden, -  Bakin, dedim, Azorka için üzülmeyin. Gelin evinize götüreyim sizi. Geçsin artik üzüntünüz. Gidip bir araba çagirayim. Nerede oturuyorsunuz? Ihtiyar cevap vermiyordu. Ne yapacagimi bilemiyordum. Gelip geçen yoktu sokaktan. Birden koluma yapisti. Kisik, isitilir isitilmez bir sesle, -  Soluk alamiyorum! dedi, soluk alamiyorum! Ayaga kalktim, zorla onu da kaldirirken, -  Evinize  götüreyim  sizi!   diye bagirdim.   Birkaç bardak çay içip yatmalisiniz... Simdi bir araba getiriyorum. Doktor da çagiracagim... tanidigim bir doktor var...
Daha neler söyledigimi hatirlamiyorum. Ayaga kalkacak oldu, ama dogrulur dogrulmaz gene yere çöktü, hep o kisik, boguk sesiyle bir seyler mirildanmaya basladi. Üzerine iyice egilip dinledim. -  Vasilyevski  adasinda,   diyordu.   Altinci   sokak... al-tin-ci so-kak... Sesi kesildi. -  Vasilyevski'de mi oturuyorsunuz? Ama o yana gitmiyordunuz;  pastahaneden çikinca sola dönmeniz gerekirdi Vasilyevski'ye gitmek için, oysa siz soga döndünüz. Simdi bir arabayla götürürüm sizi... Ihtiyar kipirdamiyordu. Elini tutup kaldirdim, birakinca ölününki gibi düstü. Egilip yüzüne baktim, parmagimin ucuyla dokundum... ihtiyar ölmüstü. Düs görüyordum sanki. Bu serüven hayli ugrastirdi beni, o arada sitmam da kendiliginden geçti. Ihtiyarin evini bulduk. Vasilyevski adasinda degil, öldügü yerden birkaç adim ötedeki Klu-gen'in evinin besinci, çati katinda küçük bir antreyle son derece basik, pencere diye duvarlarinda üç deligi bulunan büyük odali ayri bir dairede oturuyormus. Çok yoksul oldugu belliydi. Bir masa, iki sandalyeyle, tas gibi sert, her yanindan pamuklan firlamis, eski mi eski bir kanepesinden - meger o da ev sahibininmis - baska esyasi yoktu. Sobanin uzun zamandan beri yanmadigi belliydi; muma falan da rastlanilmadi. Ihtiyarin, pastaneye sirf sicak, isik yanan bir yerde oturmak için geldigi kanisindaydim. Masanin üzerinde bos bir toprak çanakla kupkuru bir ekmek kabugu vardi. Bir köpek bile para bulunmadi. Zavalliyi gömmek için degismeklik fanilâsi bile yoktu; birisi kendi fanilasini verdi de onu giydirdik. Ihtiyarin bu kosullar altinda yalniz yasayamiyacagi, birisinin seyrek de olsa ona yardima geldigi belliydi. Masanin gözünden kimlik cüzdani çikti. Rahmetli, Yeremiya Smith adinda, yetmis sekiz yasinda, Rus uyruklu bir yabanciydi. Makinist oldugu anlasiliyordu. Masanin üzerinde iki kitap vardi: Kisa bir cografya kitabiyla, kursun kalemle bir çok yerine isaret konulmus Incil'in Rusçasi. Bu iki kitabi ben aldim. Evde oturan öteki kiracilara, ev sahibine sorduk, hiç kimsenin bir sey bildigi yoktu. Çok kalabalikti evin içi; fabrika ustalari, pansiyon olarak oturan Alman kadinlari bütün odalari doldurmuslardi. Kibar bir kimse olan evin yöneticisi de eski kiracisi üzerine, çati katinda alti ruble kirayla oturdugundan, son iki aydir bir köpek vermediginden, bu nedenle onu kapi disari et- 21 meleri gerektiginden baska pek bir bilgi veremedi. «Ihtiyarin gelip gideni var miydi?» diye sorduk, bu konuda da kimse bir sey bilmiyordu. Koskocaman evdi, böyle yerlere girip çikan çok oldugu için bilinmezmis. Bir seyler ögrenebilecegimiz evin bes yillik kapacisi da, yerine daha kiracilarin yarisini tanimayan genç yegenini birakip iki hafta önce izinle köyüne gitmisti. Bütün bu sorusturmalarin nereye vardigini kesin olarak bilmiyorum; sonunda topraga verdiler ihtiyari. O günlerde öteki islerim arasinda bir gün de Vasilyevski adasina, altinci sokaga gidip geldim. Oraya varinca kendi kendime güldüm: Olaganüstü hiç bir yani olmayan sira sira evlerden baska ne göre-bilirdim altinci sokakta? «Peki ama, diye düsünüyordum, ihtiyar ölürken niçin Vasilyevski adasi altinci sokaktan söz etti? Sayikliyor muydu acaba?» Smith'ten bosalan daire hosuma gitmisti. Baskasina kiralamamasini, daireyi benim tuttugumu yöneticiye söylidim. Odanin tavani gerçi pek basikti - öyle ki, önceleri basim vuracak sanmistim - ama istedigim kadar genisti ya! Zaten kisa zamanda alistim. Ayda alti rubleye bundan iyisi de bulunamazdi. Dairemin ayri olmasi pek hosuma gitmisti. Simdi bir hizmetçi bulmaktaydi is, yalniz basima yapamazdim çünkü. Kapici, hiç olmazsa günde bir kere ugrayip en gerekli isleri yapmaya söz verdi basta. Ihtiyar için birisinin gelecegini saniyordum. Oysa öleli bes gün olmustu, gelen giden yoktu. II O siralar dergilerde çalisiyor, ufak tefek yazilar yaziyordum; günün birinde büyük bir eser verecegimden hiç kuskum yoktu. Büyük bir roman üzerinde çalisiyor- dum; ama sonunda hastaneye düstüm... yakinda ölürüm herhalde. Sonum yaklastigina göre anilarimi yazmasam da pekâlâ olurdu ya... Hayatimin su aci son yili geliyor aklima. Her seyi yazmak istiyorum, kendime bu ugrasi bulmasaydim sanirim can sikintisindan ölürdüm. Bütün bu olaylar bazan. öylesine heyecanlandiriyor, öylesine üzüyor ki beni! Kelimeler kalemimin ucundan kâgida dökülürlerken daha bir huzur verici, daha bir olagan biçime girecek, hayale, kâbusa daha az benziyecekler saniyorum. Yazmak beni avutacak, içimdeki atesi söndürecek, eski yazarlik damarimi kabartacak; anilarimi, aci hayallerimi bir ise, ugrasa döndürecektir... Evet, çok iyi düsündüm bunu. Üstelik saglik memuruna da bir miras birakmis olurum; hiç degilse kisin pencerelerini kâgitlar. Gelgelelim, nedense ortasindan basladim hikâyeme. Her seyi yazmaya karar verdigime göre bastan baslamaliyim. Öyle olsun. Zaten pek uzun sürmeyecektir kendimi tanitmam. Buradan uzak ...skiy ilinde dogmusum. Ben küçükken ölen annemle babam iyi birer insan olmaliydilar. Acidigi için beni evine alan söyle böyle varlikli toprak sahibi Nikolay Sergeyiç Ihmenev'in yaninda büyüdüm. Tek çocugu olan Natasa benden üç yas küçüktü. Agabey - kardes gibiydik onunla. Ah sevgili çocuklugum! Yirmi bes yasinda, son günlerimi yasiyorken aklimda sadece senin olman; heyecanla, coskunlukla sadece seni anmam ne garip aslinda! O zamanlar ne maviydi gökyüzü, Petersburg günesine hiç benzemezdi günes; yüreklerimiz ne hizli çarpardi! O zamanlar her yanda göz alabildigine çayirlar, ormanlar vardi; simdiki gibi
soguk tas yiginlari ka-rartmazdi insanin içini. Nikolay Sergeyiç'in yönetmeni oldugu Vasilyevski'deki park ne hostu! Natasa'yla dolasirdik orada. Parkin bitiminde de büyük, los bir koruluk 23 vardi, bir keresinde kaybolmustuk  içinde Natasa'yla... Ne güzel, tatli günlerdi! Hayati esrarengiz, çekici bir sey olarak görüyor, onunla tanismaktan hoslaniyorduk. Her «çalinin, agacin arkasinda bizim için esrarli, bilmedigimiz bir insan vardi sanki. Masal dünyasi gerçekle içice gibiydi. Aksam sisi koyulasip, büyük derenin çakilli kiyisina yapismis gibi duran çalilarin dallarinda küme küme biriktigi zamanlar Natasa'yla ben sahilde el ele durup ürkek bir merakla uzaklara bakar, sisin içinden dogru birisinin «çikip yanimiza gelecegini ya da seslenecegini, böylece dadimizin  anlattigi  masallarin     gerçeklesecegini sanirdik. Aradan uzun zaman geçtikten sonra bir keresinde Nata-sa'ya, «Çocuk hikâyeleri» nin elimize geçtigi, kitabi kapip dogru bahçedeki havuzun yaninda yasli, sik yaprakli mese agacinin altindaki yesil kanepemize kosup oturdugumuz, hemen «Alphonse ile Dalinde» hikâyesini okudugumuz günü hatirlatmistim. Bu hikâyeyi hatirladikça hâlâ tuhaf bir burkulma olur içimde; geçen yil ilk iki satirini Natasa'ya ezbere okudugum    zaman da aglamamak için güç tutmustum kendimi:     «Kahramanim Alphonse Portugal'de    dogmustur.     Don - Ramiro'dur     babasinin adi»... Belki de pek budalaca bir seydi bu; kim bilir, Na-tasa'nin heyecanima öyle tuhaf tuhaf    gülümsemesinin sebebi de buydu belki. Ama çabuk toparlamisti kendini (çok iyi hatirliyorum bunu), beni avutmak için o da geç--mis günlerden açmisti. Biraz sonra kendisi de duygulandi. Çok güzel bir aksamdi o; eskiyi yenibastan yasadik: "Beni il merkezine, yatili okula yolladiklari günü - Tanrim, ne çok aglamisti o gün! - Vasilyevski'den temelli ayrilisimi...  Okulu bitirmis,    üniversiteye    hazirlanmak için Petersburg'a gidiyordum. On yedi yasindaydim, o da on bes. O zamanlar pek biçimsiz oldugumu söylüyor Natasa. Öylesine uzun boylu, öylesine siskaymisim ki, bana bakinca tutamazmis    kendini,     gülermis.  Ayrilirken çok önemli bir sey söylemek için bir kenara çektim onu; ama birden dilim tutuldu. O anda müthis heyecanli oldugumu hatirliyor Natasa. Konusamadik tabiî. Ne söyleyecegimi bilmiyordum. Söylesem de anlayamazdi beni zaten. Birden bosandim, hiç bir sey söyleyemeden öyle gittim. Çok sonra, bundan iki yil önce görüstük. Yasli Ihmenev bir dâva için gelmisti Petersburg'a. Ben de edebiyat alaninda yeni yeni duyurmaya baslamistim adimi. III Nikolay Sergeiç Ihmanev iyi, ama çok eskiden beri yoksul düsmüs bir aileden geliyordu. Grene de yüz elli kölelik, oldukça iyi durumda bir çiftlik kalmisti ona babasindan. Yirmi yasinda süvari subayi olmustu. Isleri iyi gidiyordu, gelgelelim, hizmetinin altinci yilinda bir aksam kumarda varini yogunu kaybetti. O gece sabaha kadar, uyku girmedi gözüne. Devrisi aksam gene gitti oyun salonuna, sahibi oldugu tek seye, atina karsilik bir kart aldi. Kazandi. Arkasindan bir daha, bir daha... Yarim saat sonra köylerinden birini, son sayima göre elli kölelik Ih-menevka'yi geri almisti. Oyuna paydos deyip, devrisi gün de istifasini verdi. Yüz kölesini kaybetmisti. Iki ay sonra tegmen rütbesiyle ayrildi ordudan, küçük köyüne gitti. Bu kumar olayindan söz edilmesini hiç sevmezdi; öyle ki, o kadar iyi yürekli, babacan oldugu halde, birisi kaybettigi yüz köleden açacak olsa, öfkelenir, bozusurdu onunla. Köyde kendini çiftçilige verdi. Otuz bes yasinda soylu ama yoksul bir ailenin kizi olan Anna Andreyevna Sumi-lova'yla evlendi. Drahomasi bile yoktu Anna Andreyev-na'nin, göçmen madam Mon - Reves'in kentte soylu kizlar için açtigi yatili okulda okumustu - her zaman övünür-

dü bununla; oysa orada ne okudugunu bilen, anlayan da yoktu. - Nikolay Sergeiç iyi bir toprak sahibi olmustu. Komsu toprak sahipleri ders aliyorlardi    ondan. Birkaç yil sonra bes yüz kölelik komsu Besilyevski köyüne Petersburg'dan sahibi prens Pyotr Aleksandroviç Valkons-ki geldi, Prensin gelisi büyük bir   olay olmustu çevrede. Henüz genç sayilirdi; büyük bir rütbesi, önemli iliskileri vardi. Yakisikliydi, varlikliydi, nihayet - çevrenin kizlarini, kadinlarini en çok bu yani ilgilendiriyordu - bekârdi. Akrabasi olan valinin il merkezinde onu içtenlikle karsilamasini, kent bayanlarinin «kibarligina hayran kalmalarini» v.s. anlata anlata bitiremiyorlardi. Sözün kisasi, Petersburg yüksek sosyetesinin tasrada pek seyrek gözüken, gözüktüklerinde de büyük ilgi uyandiran üyelerinden biriydi bu. Ne var ki, ihtiyaci olmadigi, kendisinden az da olsa, asagi buldugu kimselere karsi kibar davranmi-yordu Prens. Komsu toprak sahiplerini küçümseyip, onlarla tanismak istememesi bir çok düsman kazandirmisti ona. Durup dururken Nikolay Sergeiç'i ziyaret etmesi de bu yüzden sasirtmisti herkesi. En yakin komsusu Nikolay Sergeiç'di oysa. Ihmenev'lerin evinde büyük bir heyecan yaratti bu ziyaret. Kari koca   bayilmislardi genç adama; hele Anna Andreyevna cosmustu. Kisa bir zaman sonra aileden biriymis gibi haber falan vermeden her gün gelip gitmeye baslamisti. Onlari da kendi evine çagiriyor, nükteler savuruyor, gülünç hikâyeler    anlatiyor, Ihmenev'lerin kötü piyanosunda hem çalip hem   söylüyordu. Ihmenevler sasiyorlardi dogrusu: Böylesine candan, böylesine degerli bir insan için kendini    begenmis, kibirli, bencil nasil diyebiliyorlardi komsular? Içten, temiz yürekli, çikarini düsünmeyen, dürüst bir insan olan Nikolay Sergeiç'ten hoslanmis olmaliydi Prens. Kisa bir zaman sonra her sey anlasildi. Prens, madrabaz, gözü doymaz; ak saçli, gözlüklü, gaga burunlu,    utanmazcasina çalan,_ 26 - üstelik iskenceyle birkaç köylüyü öldüren çiftlik yöneticisi kâhyasi Alman'in isine son vermek için gelmisti Va~ silyevski'ye. Sonunda yakayi ele vermisti Ivan Karloviç.. Yerin dibine girmisti utancindan, Alman
dürüstlügünden, uzun uzun söz etti; ama yüz kizartici bir biçimde kovulmasina engel olamadi bütün bu çabalari. Bir yönetmen gerekliydi Prense; bulunmaz bir çiftçi, son derece dürüst - bundan hiç kimsenin kuskusu olamazdi - bir insan olan Nikolay Sergeiç'i seçmisti. Prens, bu isi üzerine almasi için Nikolay Sergeiç'ten teklif bekliyordu galiba; ama olmadi bu, Prens günesli bir sabah dostça, son derece saygili bir tavirla dilegini açti ona. Önce kabul etmek istemedi Ihmenev, ama hayli dolgun ücret Anna Andreyev-na'yi ayartti, genç adamin bir kat daha artan kibarligi da geri kalan kararsizliklari silip süpürdü... Prensin istedigi olmustu. Insanlari iyi tanidigi belliydi. Görüsmeye baslamalarindan kisa bir zaman sonra Ihmenev'in nasil" bir insan oldugunu, onu parayla degil de gösterecegi içtenlikle, yakinlikla kendine baglayabilecegini, istedigini yaptirabilecegini biliyordu. Gözü kapali, her seyini güvenebilecegi bir kâhyaya ihtiyaci vardi; bundan böyle Vasilyevski'ye bir daha gelmek istemiyordu. Ihmenev'i öylesine büyülemisti ki, adamcagiz yürekten inaniyordu dostluguna. Nikolay Sergeiç bizde çok olan son derece temiz yürekli, içten, duygulu bir insandi; böyleleri (ba-zan Tanri bilir niçin) birisini sevdiler mi bütün varligiyla baglanirlar ona; bu bagliliklari bazan gülünç bile kaçar. Aradan uzun yillar geçti. Prensin çiftligi gelistikçe gelismisti. Prensle Ihmenev arasindaki iliskiler iyiydi, resmi is mektuplariyla sürdürülüyordu bu iliskiler. Prens Nikolay Sergeiç'in yönetimine hiç karismiyor, bazan Ihmenev'i sasirtan son derece pratik, uygun ögütler veriyordu ona. Parayi bos yere harcamayi, çar - cur etmeyi

sevmedigi, hattâ elinin siki oldugu anlasiliyordu. Vasilyevski'ye gelisinden bes yil sonra ayni ilde dört yüz kölelik, pek iyi durumda baska bir köyü satin almasi için Nikolay Sergeiç'e vekâlet yolladi. Nikolay Sergeiç mutluydu. Prensin basanlarina, yükselisine, yükselen öz kar--desiymig gibi yürekten seviniyordu. Hele Prens bir is konusunda, ona son derece güvendigini belli edince adamcagiz iyice duygulanmisti. Anlatayim bunun nasil oldugunu... Ama önce, hikâyemin bir bakima en önemli kisilerinden olan Prens Valkonski üzerine kisa bir açiklama yapmam gerekiyor. IV Dul oldugunu söylemistim. Çok gençken, para için evlenmisti. Moskova'da varini yogunu iyice kaybeden ailesinden hemen hemen hiç bir sey kalmamisti ona, Vasil-yevski üstüste birkaç kere ipotek edilmis, borç içindeydi. Moskova'da devlet dairelerinden birinde çalismak zorunda kalan yirmi iki yasindaki Prens'e    ailesinden bir köpek bile kalmamisti; «eski bir soyun baldiri çiplak evlâdi» olarak atilmisti hayata. Bir tüccarin tohuma kaçmis kiziyla evlenmesi onu kurtardi. Tüccar drahoma konusunda aldatti tabiî Prensi; ama gene de karisinin parasiyla, ailesinden kalan çiftligi geri alip kurtarabildi. Prensin kismetine çikan tüccar kizinin okuyup yazmasi yoktu, iki sözcügü bir araya getirip konusamazdi; yüzü de pek çirkindi, sadece bir iyi yani vardi: Iyi yürekli, sessizdi. Prens onun bu yanindan yararlanmasini bildi: Evlenmelerinden bir yil sonra o siralar bir erkek çocuk doguran karisini Moskova'da tüccar babasinin yanina birakip, ...ski iline gitti. "Petersburg'daki soylu bir akraba- sinin yardimiyla orada oldukça yüksek bir memuriyet edinmisti, Içi yükselmek, parlamak atesiyle yaniyordu. Karisiyla Petersburg'da da Moskova'da da yapamayacagini anladigi için ise tasradan baglamaya karar vermisti. Evliliklerinin ilk yilinda karisina etmedigi iskencenin kalmadigini söylüyorlar. Bu söylenti pek sasirtiyordu Nikolay Sergeiç'i, heyacanla savunuyordu Prens'i, onun böylesine kaba hareket edebilecek bir insan olmadigini söylüyordu. Ama yedi yil sonra nihayet ölmüstü Prenses, dul kalan Prens de hemen Petersburg'a aktardi. Baskentte ilgi bile uyandirmisti. Bir çok meziyetleri olan, zeki, zevk sahibi, henüz yakisikli, genç sayilan Prens sosyeteye mutluluk arayan, himaye pesinde kosan bir insan degil de, baslibasina bir deger olarak girmisti. Onda gerçekten de insani çeken, baglayan, güçlü bir seyin oldugunu söylüyorlardi. Kadinlarin pek hosuna gidiyordu; sosyete dilberlerinden biriyle iliskisini duymayan, kalmamisti. Soydan gelme, cimrilik derecesine varan eli sikiligina ragmen parayi hiç acimadan harciyor, her önüne gelene kumarda para veriyor, ne kadar çok kaybederse etsin hiç üzülmüyordu. Ama Petersburg'a eglenmek için gelmemisti; yükselmek istiyordu, istedigi de oldu. Onun sosyetedeki basarilarina sasan, akrabasi ünlü kont Nainski - Prens karsisina her hangi bir dilekçi olarak çiksaydi yüzüne bile bakmazdi belki - onunla ilgilenmis, hattâ yedi yasindaki oglunu yetistirmek için evine almisti. Prensin Vasilyevski'ye gelisi, Ihmenev'le tanismasi da bu zamana rastliyor. Sonunda, Kontun araciligiyla elçiliklerden birinde önemli bir yere atanarak yurt disina gitti. Onunla ilgili söylentiler biraz anlasilmaz olmaya bile baslamisti: Yurt disinda basindan kötü bir olay geçtigini söylüyorlardi, ama bunun nasil bir olay oldugunu bilen yoktu. Yalniz, yukarda sözünü ettigim dört yüz kölelik köyü satin aldigi biliniyor kesinlikle. Uzun zaman sonra önem-

li bir kimse olarak döndü yurda; Petersburg'da oldukça büyük bir memuriyete getirildi. Ihmenev'de onun yeniden evlenmeye, varlikli, taninmis bir ailenin kizini almaya hazirlandigi söylentileri    dolasiyordu.    Nikolay Sergeiç sevinçten ellerini ogusturarak «Gördünüz mü, diyordu, kodamanlar sinifina giriyor bizimki!» O siralar Petersburg'da üniversitedeydim; hatirliyorum, Ihmenev bana mektup yazip, Prens'in evlenecegi haberinin dogru olup olmadigini arastirmami istemisti. Prense de bir mektup yazmis, beni himayesine almasini dilemisti;  ama    Prens cevap vermedi bu mektubuna. Sadece, Kontun evinde yeterince yetistirildikten sonra liseye giden Prensin    oglunun, on dokuz  yasinda  ögrenimini  bitirdigini  ögrenebildim.  
Ih-menev'lere bunu yazdim. Prensin, oglunu çok sevdigini, bir dedigini iki etmedigini, simdiden onun gelecegi için ugrastigini da ekledim. Bütün bu bilgileri Prensin oglunun tanidigi olan ögrenci arkadaslarimdan almistim. Iste tam o günlerde, güzel bir sabah Nikolay Sergeiç Prensten onu pek sasirtan bir mektup aldi... Yukarda da söyledigim gibi, Nikolay Sergeiç'le iliskilerini o zamana kadar resmi is mektuplariyla sürdüren Prens simdi son derece içten, dostça bir tavirla aile sirlarim açiyordu ona: Oglundan yakiniyor, kötü davranislarina üzüldügünü yaziyordu. Oglunu temize çikarmak için de ekliyordu: «Bu yasta bir çocugun ufak tefek hatalari pek önemli sayilmaz tabiî aslinda». Ceza olarak bir zaman için köye, Ihmanev'in yanina yollamaya karar vermisti oglunu. Prens, «Dünyanin en iyi yürekli, dürüst insani Nikolay Sergeiç'e, özellikle Anna Andreyevna'ya» güvendigini yaziyor; onlardan, yaramaz oglunu ailelerine kabul etmelerini, ona biraz akil vermelerini, ellerinden gelirse onu sevmelerini, en önemlisi de uslandirmalarini, «insan hayatinda öylesine önemli yeri olan kurtarici kesin ilkeleri ona asilamalarini» diliyordu. Yasli Ih- menev tabiî dört elle sarildi ise. Genç Prens geldi sonunda; öz çocuklari gibi karsiladilar onu. Kisa bir zaman sonra Nikolay Sergeiç onu cani gibi seviyordu. Hattâ sonralari, Prensle Ihmenev tamamen ayrildiklari zaman, ihtiyar bazan mutlu bir gülümsemeyle anardi Alyosa'sini - Prens Aleksey Petroviç'e Alyosa'm derdi. - Gerçekten de pek tatli bir çocuktu bu: Yakisikli, kiz gibi narin yapili, sinirliydi. Öte yandan neseli, temiz yürekli, duyguluydu da... Ihmenev'lerin evinde pek seviliyordu. On dokuz yasinda oldugu halde, çocuklugu hâlâ atamamisti ü-zerinden. Söylentilere bakilirsa üzerine titreyen babasinin, onu köye niçin sürdügünü anlamak güçtü. Delikanlinin Petersburg'da düzensiz bir hayat yasadigini, çalismak istemedigini, babasinin da bunlara üzüldügünü söylüyorlardi. Nikolay Sergeiç, Alyosa'ya bu konuda hiç bir sey sormadi; Pyotr Aleksandroviç de mektubunda oglunu sürmesinin asil nedeninden söz etmemisti. Bununla beraber birtakim söylentiler dolasiyordu ortalikta: Alyosa'nin bagislanamayacak kadar agir bir yaramazlik yaptigindan, sosyeteden bir bayanla gizli iliskisinden, birisini düelloya çagirdigindan, kumarda büyük bir para kaybettiginden söz ediyorlardi. Baska birisinin parasini yedigi bile söyleniyordu. Prensin, oglunu bir suçu oldugu için degil de birtakim bencil düsünceleri yüzünden köye yolladigini söyleyenler de vardi. Nikolay Sergeiç bu sonuncu söylentiyi nefretle reddediyordu. Çocukluk çaginda Prensi hiç görmemis olan Alyosa da taparcasina seviyordu babasini zaten; ondan söz ederken cosuyor, heyecanlaniyordu. Babasinin etkisi altinda oldugu belliydi. Alyosa bazan, babasinin da kendisinin de ayni zamanda kur yaptiklari bir kontesten, onun (Alyosa'nin) kadini elde etmesine babasinin çok sinirlendiginden söz ediyordu. Bu hikâyeyi daima heyecanla, çocuksu bir içtenlikle, çin çin öten neseli kahkahalar atarak anlatiyordu; ama Nikolay

i Sergeiç onu hemen susturuyordu. Alyosa, babasinin evlenmek niyetinde oldugunu da dogruluyordu. Hemen hemen bir yil olmustu köye sürgün geleli. Belirli zamanlarda saygili, agirbasli mektuplar yaziyordu babasina. Sonunda Vasilyevski'ye o kadar alisti ki, Prens yazin köye geldiginde   (Ihmenev'leri daha önceden  haberdar etmisti) sürgün, köyde kalmasina izin vermesi için yalvarip yakarmaya baslamisti babasina. Köy hayatinin tam ona göre bir hayat oldugunu söylüyordu. Alyosa'nin verdigi her karar, kapildigi her heves asiri duygululugun- , dan, heyecanli yaradilisindan, bazan saçmaliga varan havailiginden, dis etkilere pek çabuk kapilmasindan, iradesinin olmayisindan geliyordu. Ama Prens kuskulu kuskulu dinledi oglunun, bu dilegini...  Nikolay    Sergeiç eski «dostu» nu güç taniyabildi: Çok degismisti Prens Pyotr Aleksandroviç. Nikolay Sergeiç'e karsi pek bir tuhaf davraniyordu; hesaplar gözden geçirilirken igrenç bir titizlik, cimrilik, anlasilmaz bir kusku gösterdi. Bütün bunlar pek üzdü dürüst Ihmenev'i; uzun süre inanmak istemedi. On dört yil önce Vasilyevski'ye gelen Prens degildi bu sanki:  Simdi bütün komsulariyla - önemli olanlariyla tabiî - tanisti. Nikolay Sergeiç'e hiç gelmiyor, bir usagiymis gibi davraniyordu. Birden acayip bir sey oldu: durup dururken tamamen ayrildilar Prensle Nikolay Sergeiç. Birbirlerine kötü sözler söylediler, Ihmenev öfkeyle çikip gitti Vasilyevski'den, ama olay bununla kapanmadi. Çevrede igrenç dedikodular    dolasmaya    baslamisti. Genç prensin yaradilistan zayif oldugunu sezinleyen Nikolay Sergeiç'in, onun eksikliklerinden yararlanmaya çalistigini; kizi Natasa'nin  (o    siralar daha on yedisinde olan Natasa'nin) yirmi yasindaki delikanliyi kendine zorla âsik ettigini; anasiyla babasinin - hiç farkinda degilmisler gibi davrandiklari halde - bu aski körüklediklerini söylüyorlardi. Sözde, kurnaz, «ahlâksiz» Natasa, gene onun ugrasmasi sonucu komsu toprak sahiplerinin evlerindeki sayilari hayli kabarik olan kibar kizlardan hiç birini görmek firsatini bulamayan delikanliyi nihayet büyülemisti. Sonra, sevgililerin Vasilyevski'ye on bes verst uzaklikta olan Grigoryev köyünde evlenmeye karar verdiklerini iddia edenler de vardi. «Tabiî Natasa'nin anne babasindan gizli, diyorlardi. Ama Ihmenev'le karisi her seyi pekâlâ biliyorlar, kizlarini kiskirtiyorlardi». Sözün kisasi, çevrenin kadinli erkekli dedikoducularinin bu olayla uydurup uydurup söylediklerini siralayacak olsak baslibasina bir kitap olurdu. Isin tuhafi, Prens bütün bunlara inanmis, hattâ Vasilyevski'ye de sirf Petersburg'dayken aldigi imzasiz bir mektup üzerine gelmisti. Hiç kusku yok ki Nikolay Sergeiç'i birazcik olsun taniyan bir insan bu iftiralarin bir tekine bile inanamazdi; gelgelelim herkese bir seyler olmustu; her kafadan bir ses çikiyor, herkes dudak bükerek basini salliyor... zavalli ihtiyari kesinlikle suçluyordu. Ihmenev, kizini dedikoduculara karsi savunmaya kalkismayacak kadar gururluydu. Karisina da komsularina her hangi bir açiklamada bulunmamasini siki siki tembihlemisti. iftiraya ugrayan Natasa'-ninsa
bir yil sonra bile bir seyden haberi yoktu: Olaylari büyük bir titizlikle saklamislardi ondan; on iki yasinda bir kiz kadar neseli, safti. Bu arada kavga da gittikçe kizisiyordu. Yaltakçilar bos durmuyorlardi. Birtakim fitneciler, taniklar çikti ortaya; Prensi Nikolay Sergeiç'in Vasilyevski'yi yillardan beri hiç de dürüst yönetmedigine inandirmayi sonunda basardilar. Dahasi var: Sözde üç yil önceki koru satisinda Nikolay Sergeiç on iki bin gümüs rubleyi iç etmis; bu konuda açik seçik, yasalara uygun deliller varmis; üstelik, koruyu satarken Prensten izin falan da almamis, kendi bildigi gibi hareket etmis, mal sahibini her is olup bittikten sonra korunun satilmasina razi etmis, satistan

aldigi paranin çogunu da cebe indirmis. Sonradan da anlasildigi gibi, bütün bunlar iftiraydi tabiî, ama Prens söylenenlerin hepsine inandi, herkesin içinde Nikolay Sergeiç'in yüzüne karsi «hirsiz» diye haykirdi. Ihmenev tutamadi kendini, hakarete hakaretle karsilik verdi. Büyük bir rezalet oldu. Dâva hemen basladi. Nikolay Sergeiç birtakim kâgitlari saklamadigi; daha önemlisi, ne koruyucusu, ne de bu gibi durumlarda tecrübesi oldugu için dâva aleyhine isliyordu. Çiftligine haciz kondu. Sinirleri fena halde bozulan ihtiyar, il merkezindeki dâvayi tecrübeli avukatina birakip, durumu yakindan izlemek için Petersburg'a geldi.. Saniyorum kisa bir zaman sonra Prens, Ihmenev'i bos yere kirdigini anlamisti. Ne var ki, birbirlerine çok agir hakaret etmislerdi, barisamazlardi. Prens dâvayi kendi lehine çevirmek, yani eski çiftlik kâhyasinin elinden son lokmasini almak için bütün gücüyle çalisiyordu. V Böylece Petersburg'a tasinmis oldu Ihmenev'ler,, Bunca uzun bir ayriliktan sonra Natasa'yla karsilasmami anlatmaya girismeyecegim. Aradan geçen dört yil içinde bir gün bile unutmamistim onu. Natasa'yi hatirladikça içimi dolduran duygunun ne oldugunu o zamanlar bilmiyordum tabiî, ama bu ikinci bulusmamizdan kisa bir süre sonra, kaderimin onunkine bagli oldugunu anladim. Basta, gelislerinin ilk günleri aradan geçen dört yilin onu pek az degistirdigini, ayrilmamizdan önceki küçük kiz olarak kaldigini saniyordum. Ama günler geçtikçe onda Ezilenler -  F  : 3 yeni, o zamana kadar bilmedigim, sanki benden mahsus saklanmis bir seyler sezinlemeye baslamistim. Gerçek yanlarini benden gizler gibi bir hali vardi... bunlari bir bir sezinlemek ne hostu! Petersburg'a geldiklerinde ihtiyar pek sinirli, huysuzdu. Isleri kötüydü. Durmadan söyleniyor, dâvayla ilgili kâgitlarla ugrasiyordu; bize baktigi yoktu. Anna Andreyevna aklini yitirmis gibi dolasiyordu ortada, neye ugradigini bilmiyordu. Petersburg ürkütmüstü onu. Eski günlerinin, Ihmenevka'nin özlemiyle aglayip sizliyor; gelinlik çaga gelen Natasa'nin gelecegini düsünecek kimse yok diye üzülüyor; içini dökebilecegi baska kimsesi olmadigi için bana tuhaf itiraflarda bulunuyordu. iste tam o siralarda, onlarin gelisinden biraz önce, edebiyat alanina atildigim ilk romanimi yeni bitirmis, isin acemisi oldugum için eserimi ne yapacagimi, kime verecegimi bilmiyordum. Ihmenev'lerin evinde hiç söz etmemistim bundan; avare dolastigim, çalismadigim, kendime bir is aramadigim için neredeyse kavga edeceklerdi benimle, Ihtiyar azarliyordu beni - beni bir evlât bilerek tabiî. - Roman yazdigimi onlara söylemekten düpedüz utaniyordum. Çalismakta gönlümün olmadigini, roman yazmak istedigimi nasil açabilirdim onlara? Bu yüzden sirasi gelinceye kadar yalan söyledim, var gücümle is aradigima, ama bulamadigima inandirdim onlari, ihtiyarin yalan söyleyip söylemedigimi arastiracak durumu yoktu. Hatirliyorum, bir keresinde Natasa, babasiyla konusmamizi sonuna kadar dinledikten sonra esrarli bir tavirla bir köseye çekti beni; nemli gözlerle, gelecegimi düsünmem için yalvardi, sorular sordu, bir sey ögrenemeyince de, isi avarelige verip kendimi mahvetmeyecegime dair yemin ettirdi bana. Gerçi ne yaptigimi, neyle ugrastigimi açmadim ona, ama yapitimi, ilk romanimi begendigini açiga vuran tek sözcügünün o anda benim için, sonralari e- 35 lestirmenlerden, edebiyattan    anlayanlardan    duydugum övgülerden çok çok degerli oldugunu hatirliyorum. Sonunda çikti romanim. Daha basilmadan çok önce edebiyat dünyasinda hayli gürültü koparmisti. Müsveddelerimi okuyan B. (1) bir çocuk gibi cosmustu. Hayir! Mutlu oldugum anlar olduysa bu, ilk basarimin verdigi sarhosluk dakikalari degil, romanimin müsveddelerini hiç kimseye okumadan,   göstermeden  önceki  günlerdi:  Coskun umutlar, hayaller, çalisma tutkusuyla geçirdigim uzun geceler mutluydum; yakinlarimmis gibi benimsedigim, gerçekten ayirdedilemeyen, yarattigim kisilerle, hayallerimle beraber geçirdigim geceler...    Kahramanlarimla güler, gene onlarla aci çekerdim. Zavallilar aglarken benim de gözyasi döktügüm olurdu... ihtiyarlarin, önce pek sastiklari halde, ilk basarima ne çok sevindiklerini anlatamam! Söz gelimi Anna Andreyevna, herkesin öve öve bitiremedigi yazarin o küçücük Vanya olduguna inanamiyor, basini salliyordu. Ihmenev uzun süre teslim olmadi, romanimla ilgili ilk söylentiler çikmaya basladiginda korktu bile;  gelecegimi mahvettigimi,     yazarlarin    çogunlukla derbeder insanlar olduklarini söylüyordu. Ama ardi kesilmeyen övgüler, dergilerde çikan yazilar; nihayet, düsüncelerine gözü kapali inandigi bazi kimselerden duydugu benimle ilgili iyi sözler, görüsünü degistirmek zorunda birakti onu. Birden elime para geçtigini görünce, hele bir de insanin edebiyattan ne kadar para kazanabilecegini ögre-nince son
kuskulari da kayboldu. içindeki    kuskulardan kurtuldugu anda kendini tam, coskun bir inanca kaptiran insanlardan olan ihtiyar, mutluluguma bir çocuk gibi sevinerek gelecegim üzerine sinir tanimayan, göz kamas- (1)    Burada Dostoyevski'nin ilk romani «insanciklar» la dev-ünlü elestirmeni Belinski'den söz ediliyor.                     (E.  A.) tirici hayâller kurmaya, umutlar beslemeye baslamisti. Her gün baska bir plân kuruyordu; neler neler yoktu bu plânlarda! Bana karsi davranislarinda, o zamana kadar olmayan, bambaska bir saygi vardi. Ama kimi zaman, birden gene kuskuya kapildigi, en heyecanli aninda ne söyleyecegini sasirdigi oluyordu. «Yazar, ozan! Ne tuhaf... Ozanlardan adam olan, rütbe kazanan olmus mudur? Geveze, sapik insanlardir!» Onun bu çesit kuskulara daha çok hava kararirken kapildigi kaçmamisti gözümden (o mutlu günleri unutabilir miyim hiç!) Bizim ihtiyar, ortalik kararmaya basladiginda nedense daha bir karamsar, duygulu, vesveseli olurdu. Natasa'yla ben bilirdik bunu, önemsemezdik. Hatirliyorum, general Sumarokov'dan, Derjavin'e içinde birkaç köpek bulunan bir enfiye kutusu yollanilmasi olayindan, Çariçenin Lomonosov'u ziyaret edisinden, Pus-kin'den, Gogol'den söz ederek avutmaya çalisirdim onu. Bunlari belki de ilk kez duyan ihtiyar, - Biliyorum canim, hepsini biliyorum, derdi. Him ! Bak Vanya, senin su yazdigin seyin manzum olmadigina sevindim. Siir saçmaliktir bence. Itiraza kalkisma hemen, bu ihtiyara güven; kötülügünü istemem senin; evet saçmalik, düpedüz saçmaliktir siir, issiz güçsüzlerin ugrasacagi bir sey! Siir yazmak lise ögrencilerine yakisir... Bu siir belâsi var ya, sizin gençligi toptan çildirtacak sonunda... Tutalim ki Puskin büyük bir ozandir, kime ne bundan! Siir degil mi yazdiklari... hava civa yani... Yazdigi bazi seyleri okudum okumasina... Düz yazi baskadir! Yazar okuyucularim egitmek olanagina bile sahiptir burada... ulus sevgisini, ya da erdemi insanlarin içine yerlestirebilir... öyle degil mi? Anlatmak istedigimi anlatamiyorum canim ama anliyorsun beni tabiî; seni sevdigim için söylüyorum bunlari. Romanimi getirdigim gün, çaydan sonra hep beraber 37 - yuvarlak masaya oturdugumuzda babacan bir tavirla, - Hadi bakalim oku, dedi. Oku da    görelim neler yazmissin; herkes senden söz ediyor!  Görelim bakalim! Kitabi açip, okumaya hazirlandim.  Romanim o aksam yeni çikmisti baskidan, bir tanesini kaptigim gibi solugu Ihmanev'lerde almistim. Romanimi onlara daha önce, editördeki müsveddelerimden okuyamadigim için üzülüyordum. Natasa üzüntüsünden agliyor, benimle çekisiyor, romanimi ondan önce baskalari okuyor diye sitem ediyordu bana... Ama sonunda masanin basindaydik iste. Ihtiyar son derece ciddi, elestirmeye hazir bir tavir takinmisti. Ince eleyip sik dokumak, «durumu anlamak» istiyordu. Karisinin da pek magrur bir görünüsü vardi; romanimin okunmasi serefine neredeyse yeni bosörtüsünü takacakti. Sevgili kizi Natasa'ya ne zamandir sonsuz bir sevgiyle baktigimin; onunla konusurken heyecanlandigimin, Natasa'nin da bana eskisinden daha bir içten baktiginin farkindaydi. E-vet, nihayet o an; basari, mutluluk âni gelmisti! Yasli kadin, kocasinin beni biraz fazla ögmeye basladiginin, kiziyla bana tuhaf tuhaf baktiginin da farkindaydi... birden ürküttü onu bu: Ne olursa olsun, bir kont, bir prens, hiç degilse dokuzuncu dereceden, kordonlu, genç, yakisikli bir memur bile degildim! Anna Andreyevna yarim seylerle yetinmeyi sevmezdi. «Göklere çikariyorlar onu, diye geçiriyordu içinden, ama nedenini bilen yok. Yazarmis, ozanmis... Ne demekmis yazar?» VI Bir oturusta okudum onlara romanimi. Çaydan hemen sonra baslamistik, kalktigimizda saat gecenin ikisiy-di. Ihtiyar basta biraz eksitmisti yüzünü. Yüce, belki kendisinin de anlayamayacagi, ama gene de yüce bir sey- 3er bekliyordu; oysa çika çika günlük, bildigimiz, çevremizde gördügümüz basit seyler çikmisti karsisina. Kahramanim büyük ya da ilginç, hiç degilse Roslavlev gibi Yuri Miloslavski   (1) gibi tarihe geçmis kisiler olsaydi bari; oysa resmî giysisinin dügmeleri bile kopuk, zavalli, kisiligi olmayan, hattâ aptalca bir memurun öyküsüydü bu; hem öylesine sade, ari bir dille anlatilmisti ki bunlar... Çok tuhafti! Anna Andreyevna soru dolu bakislarim kocasinin yüzünden ayirmiyordu;  bir seye alinmis gibi surat da asiyordu: «Böyle saçmalari basmaya, dinlemeye deger mi? Para verip bunu alanlar da olacak ha!» demek istedigi yüzünden belliydi. Natasa dikkat kesilmis,  dudaklarima, her sözücügü nasil söyledigime bakarak dinliyor, kendi de o güzelim dudaklarini oynatiyordu. Sonra mi ne oldu? Daha yariya gelmemistim ki, dinleyicilerimin gözlerinden sipir sipir yaslar akmaya baslamisti. Anna Andreyevna agliyor, - mirildanmalarindan    anladigima göre - kahramanima aciyor, ugradigi felâketlerde ona birazcik olsun yardimci olabilmeyi    yürekten istiyordu, ihtiyar ise büyügü, yüceyi bir yana    atmis, «Pek öyle ahim sahim bir sey olmadigi bastan belliydi zaten, diyor-du; basbayagi bir hikâye iste; ama kisinin yüregine isliyor; adam yerine koymadigimiz silik, ezik bir zavallinin da bir insan oldugunu, kardesimiz    sayildigini duyuyor insan içinde!» Natasa hem agliyor hem   dinliyor, arada bir masanin altindan kolumu gizlice var gücüyle sikiyordu. Romanimin okunusu bitti. Natasa ayaga kalkti; yanaklari al al olmustu, gözlerinde yaslar parliyordu; birden elimi yakaladi, öptü, kosarak çikti odadan. Annesiyle babasi bakistilar. Kizinin hareketine sasan Ihmenev,
- Böyle duyguludur iste bu kiz, dedi, ama kötü bir (1)    M.N. Zagoskin'in  (1789-1852)   ayni adli romanlarinin iki kahramani.

sey degil bu, hattâ iyi, çok iyi! Natasayi - ayni zamanda nedense beni de - temize çikarmak istiyormus gibi karisina kaçamak bir göz atarak, -  Iyi kizdir... diye mirildandi. Gelgelelim Anna Andreyevna, ben okurken heyecanlandigi, duygulandigi halde, söyle söylemek istiyormus, gibi bakiyordu: «Iyi yazmis, anladik; ama ne diye kendimizi parali-yalim?» v.b. Biraz sonra döndü Natasa; neseli, mutluydu, yanimdan geçerken gizlice bir çimdik atti bana. ihtiyar gene «ciddi» tavrini takinip romanimi elestirecek oldu ama sevincinden tutamadi kendini, duygulandi: -  Enfes bir sey bu, Vanya, dedi, enfes!    Yüregim öyle rahatladi ki sorma! Bu kadarini beklemiyordum senden dogrusu! Yüce, parlak bir sey degil, belli bu... «Moskova'nin Kurtulusu» vardir bende, Moskova'da yazilmis. Nasil söylesem sana, kitabin yüce, çok yüce bir sey oldugu daha ilk satirindan belli...  Ama biliyor musun Vanya, seninki daha bir basit, anlasilir olmus. En çok hosuma giden yani da anlasilmasi! Insan kahramanlari daha bir yakin hissediyor kendine, sanki olaylar benim basimdan geçmis. Ötekiler gibi yazmis olsaydin, kendin de bir sey anlamazdin yazdigindan. Yalniz    dilini biraz düzeltmen gerek: Gerçi ögüyorum seni ya, ne dersen de dilin biraz yavan kaçiyor, yüceligi yok...  Ama is isten geçti artik, basildi bir kere. Ikinci baskida    düzeltiriz. Ikinci baski yapar mi dersin romanin? O zaman gene para alirsin... Him! Anna Andreyevna, -  Gerçekten verdiler mi sana o kadar parayi, Ivan Petroviç? diye sordu. Inanamiyorum bir türlü. Aman Allahim, artik nelere para veriyorlar! Gittikçe duygulanan ihtiyar, -  Sana bir sey söyleyeyim mi Vanya? diye atildi, gerçi bir memuriyet falan degildir bu seninki, ama gene de bir meslek sayilir. Büyükler de okuyacak senin kitaplarini. Gogol'e bilmem ne kadar yillik baglandigini, Avrupa'ya gönderildigini söylüyorsun.  Sana da niçin yapmasinlar ayni seyi? Öyle degil mi? Daha    erken midir dersin ? Bir roman daha, yazmalisin degil mi ? Öyleyse yaz sen de birader, bir an önce yaz!    Basariya ulastim diye gevseme hemen. Demir tavinda dövülür! Kendisinden öylesine emin, öylesine içten konusuyordu ki, sözünü kesmeye, hayallerine set çekmeye kiyamadim. -  Bakarsin bir enfiye kutusu verirler sana... Ne diyeceksin? Gönülleri öyle isterse bir sey diyemezsin ki. Tesvik için olur mu olur. Sol gözünü anlamli anlamli kirparak fisildadi: -  Kim bilir, belki saraya bile kabul edilirsin. Olmaz mi yani? Henüz erken mi yoksa? Anna Andreyevna alinmis gibi atlidi: -  Saraya ha! içtenlikle gülümseyerek, -  Biraz daha gayret ederseniz general yapacaksiniz beni, dedim. Ihtiyar da gülümsedi. Pek mutluydu. O aralik bize kahvalti hazirlayan Natasa neseyle, -  Ekselans yemege buyurmazlar mi acaba? diye seslendi. Kahkahalarla gülmeye baslayip kostu, babasinin boynuna siki siki sarildi. -  Sevgili babacigim, canim babacigim! Ihtiyar duygulanmisti. -  Anladik, anladik, pekâlâ! Bilirsin, içimden geldi-

gi gibi konusurum daima. General olsun olmasin, simdi kahvaltimizi yapalim. Sevgili kizinin pembelesmis yanagini oksayarak - her firsatta oksardi Natasa'nin yanagini, -  Hani ya çok da duygulusun! diye ekledi. Sonra bana döndü. -  Seni sevdigim için söyledim bunlari Vanya. Ger-çi general degilsin  (generallik çok uzak sana), ama ne olursa olsun, taninmis bir kisisin, bir müellifsin! -  Simdi yazar diyorlar babacigim. -  Müellif demiyorlar mi artik? Bilmiyordum. Varsin yazar desinler, asil söylemek istedigim suydu: Roman yazdi diye adami mabeyinci yapmazlar tabiî - böyle buseyi düsünmek saçmalik olur - ama gene de yükselirsin; atase falan yaparlar seni hiç olmazsa. Sagliginin düzelmesi, ya da bilgini görgünü arttirman için Avrupa'ya, Italya'ya yollarlar belki; para yardimi    yaparlar. Yeter ki dürüst ol; parayi, saygiyi onun bunun himmetiyle degil, hakederek kazan... Anna Andreyevna gülümseyerek, -  «Burnun da büyümesin Ivan Petroviç, dedi. -  Oldu olacak bir de yildiz taksinlar gögsüne bari, babacigim, ataselik nedir ki! Koluma bir cimcik daha atti Natasa, Ihtiyar, yanaklari al al olmus, gözleri neseden birer yildiz gibi pirildayan kizina heyecanla bakti.
-  Bu kiz da hep alay eder benimle!    Galiba gene fazla ileri gittim çocuklar;  her zaman böyleyimdir zaten... ama sana bir sey söyleyeyim mi Vanya, pek sade bir görünüsün var... -  Aman Allahim! Kime benzesin istiyorsun babacigim? -  Hayir canim, onu söylemek istemedim. Lâf ola be- ri gele iste. Vanya, öyle bir yüzün var ki... Yani ozanla- rinkine hiç benzemiyor demek istiyorum...  Duyduguma göre uçuk benizli olurmus ozanlar, saçlarini uzatirlarmis, gözlerinde anlasilmaz bir parilti sezilirmis... Goethe, daha baska ozanlar da öyleymis sözün gelisi... Abbaddon-ne'de  (1)  okudum bunu...  Gene saçmalamaya basladim galiba, ne dersiniz? Su yaramaz da nasil üzerime üzerime geliyor! Bilgin degilim ben dostlarim, sadece duygularim kuvvetlidir.  Yüzün yüz degilmis, olsun varsin,  o kadar önemli degildir bu, hele benim   için üç kat iyidir de... Onun için söylemiyorum...  Sadece dürüst ol yeter Vanya, önce dürüst olmaya bak; gözün yukarlarda olmasin! Önünde genis bir yol vardir. Dosdogru yürü bu yolda, sana asil söylemek istedigim buydu iste! Ne güzel günlerdi onlar! Bos zamanlarimi, bütün aksamlarimi onlarda geçiriyordum, ihtiyara edebiyat dünyasindan, nedense birden pek ilgilenmeye basladigi edebiyatçilardan haberler getiriyordum. Ona çok sözünü ettigim B. nin elestiri yazilarini bile okuyordum.    Gerçi bir sey anladigi yoktu ama heyecanla ögüyordu    onu, «Kuzeyli Ana Ari» da yazan düsmanlarina ates püskürüyordu. Anna Andreyevna gözlerini Natasa'yla benden ayirmiyordu, ama biz gene de birbirimize    söyleyecegimizi söyledik! Natasa'nin, basini önüne egip, yarim açik dudaklari arasindan evet diye fisildadigini sonunda duymustum. Ihtiyarlar da ögrendi durumu,    düsünüp    tasindilar; Anna Andreyevna basini uzun uzun salladi durdu. Sasirmisti, ne söyleyecegini bilemiyordu, inanmamisti bana. - Simdi islerin iyi Ivan Petroviç, dedi, ya günün briinde bozulursa, ya bir    aksilik    olursa?    Küçük bir memuriyete girsen nasil olurdu acaba? ihtiyar biraz düsündükten sonra, (D    N.A. Polevoy'un  (1796-1846)  romantik uzun hikâyesi. _ 43 _ - Bak ne diyecegim sana Vanya, dedi, farkinday-dim zaten durumun, ne yalan söyleyeyim, hosuma da gitmiyordu degil, senle Natasa... dogrusu çok iyi bir sey bu ! Biliyor musun Vanya, henüz ikiniz de çok gençsiniz; sonra, Anna Andreyevna da hakli. Bekleyelim, bakalim zaman ne gösterecek. Bir kabiliyet, hattâ üstün bir kabiliyet oldugunu kabul edelim... ama ilk basta söyledikleri gibi dâhi de degilsin, basbayagi bir kabiliyetsin, o kadar (bugün «Ana An» senin için böyle yaziyor, sabahleyin okudum; çok kötü tanitiyor seni; ne biçim bir gazetedir bu allasen!) Evet! Görüyorsun ya: Kabiliyet insanin gelecegine güvenle bakmasina yetmiyor; ikinizin de elinde avucunda yok. Bir buçuk, hiç degilse bir yil bekleyelim: islerin iyi gider, edebiyat alaninda kendine saglam bir yer yaparsan Natasa senindir; basaramazsan karan sen vereceksin gene!.. Bilirim, dürüstsündür, iyi düsün tasin!.. Böyle karar vermistik. Bir yil sonra bakin neler oldu. Evet, tam bir yil geçmisti aradan! Güzel bir eylül aksami, bitkin bir durumda benim ihtiyarlarin yanina girdim, sandalyenin üzerine yigildim. Soluk alamiyor, bayilmamak için kendimi zor tutuyordum; öyle ki, beni bu durumda görünce korktular. Ama basimin dönmesinin, yüregimin sikismasinin sebebi, kapilarina on kere gelip, çalmadan geri dönmem degildi... Edebiyat alaninda basari saglayamamam, paraya, üne kavusamamam, «atase» falan olamamam, sagligimin düzelmesi için italya'ya gönderilmekten çok uzak bulunmam da degildi ...insan bazan bir yilda on yil yasayabildigi; Natasa'm da böyle bir yil geçirdigi için bu durumdaydim. Aramizla dipsiz bir uçurum vardi... Hatirliyorum, ihtiyarin karsisinda oturmus, hiç konusmuyor, sapkamin zaten kirik kenarlarini farkina-_ 44 - varmadan iyice kiriyordum. Neden bilmem, Natasa'nin çikmasini bekliyordum. Üzerimdeki elbise pek eskiydi, üstelik boldu. Zayiflamis, süzülmüstüm, benzim de uçuktu... gene de ozana benzemiyordum, bir zamanlar babacan Nikolay Sergeiç'in öylesine istedigi yüce piriltilar da yoktu gözlerimde. Anna Andreyevna yüzüme aciyarak bakiyor, içinden söyle geçiriyordu: «Natasa'yi az kaldi veriyorduk ona, Tanri korudu!» Elem dolu bir sesle - hâlâ kulagimdadir o sesi, - Çay ister miydiniz acaba Ivan Petroviç ? diye sordu (Semaver masanin üzerinde kayniyordu). Daha nasilsiniz bakalim? Pek hasta görünüyorsunuz. Bugünmüs gibi gözümün önündedir: Böyle söylüyordu ama gözlerinde baska bir endise vardi. Sogumus çayi önünde, dalgin dalgin oturan kocasinin bakislarindaki kederdi bunun sebebi. Prens Valkonski'yle    aralarindaki dâvanin iyice kötüya gittigini, baslarina baska aksiliklerin de geldigini, bütün bunlarin Nikolay Sergeiç'i hasta ettigini biliyordum. Dâvanin açilmasina sebep olan genç Prens bes ay önce bir firsatini bulmus, Ihmenev'lere gelmisti. Alyosa'sini öz oglu gibi seven ihtiyar - anmadigi gün yoktu onu - sevgiyle karsilamisti delikanliyi, Vasil-yevski'yi hatirlayan Anna Andreyevna aglamisti. Alyosa o günden sonra - babasindan gizli - daha sik gelip gitmeye balsamisti onlara. Dürüst, içi disi bir Nikolay Ser-geiç ihtiyatli davranmayi kendisi için küçülme saydigindan, böyle bir seye kalkismiyordu. Soylu gururu, durumu ögrenince Prensin ne diyecegini düsünmeye birakmiyordu onu;  düsmaninin yersiz kuskularini  küçümsüyor-du. Gelgelelim, onu bekleyen hakaretlere dayanip dayanamayacagini da bilmiyordu. Genç prens hemen her gün gelmeye baslamisti onlara. Ihtiyarlar hoslaniyorlardi ondan. Aksam geç saatlere, hattâ gece    yarilarina kadar oturuyordu. Sonunda babasi ögrendi her seyi tabiî. Çirkin

Ezilenler Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin