Gördüğüm kabuslar canlandı birden. Koyu yeşil gözler, bitmek bilmeyen çığlıklar sonsuzluğa ilerleyiş, dipsiz bir karanlık...
Kalbim teklemeye başladı, nefes almak bile zor geliyordu. Gözlerimi açtığımda kimse yoktu. Zihnimin oyunu muydu bunlar? Zaten solgun ve beyaz olan tenimin şu an kireç gibi olduğuna adım gibi emindim.
İnce ve tatlı sayılabilecek bir ses ''Bakar mısınız?'' diyene kadar hiç kıpırdamamıştım. Bu ses beni biraz olsun kendime getirmişti. Döndüğümde minik bir kız çocuğuyla göz göze geldim. Gözlerindeki bıkmış ifadeyi ve telaşı gördüğümü anlamış olacak ki yüzüne yarım bir gülümseme kondurmaya çalıştı. Ardından ''Bu kitabı almak istiyorum.'' diyerek elindeki kırmızı ciltli, oldukça kalın romanı gösterdi. İçinde bulunduğum saçma ruh halini belli etmemek için büyük çaba harcayarak, satın aldığı kitabı paketledim ve çıkışa kadar 'yine bekleriz, teşekkür ederiz' gibi klasik cümleler kurarak eşlik ettim.
Kapıyı kapatır kapatmaz lavaboya koştum. Suyu sonuna kadar açmıştım fakat dokunamıyordum. Vücudum kaskatı kesilmiş, ellerimin titremesine engel olamıyordum. Gözlerimi aynaya sabitlediğimde tam da tahmin ettiğim gibi tenim bembeyaz olmuştu. Göz bebeklerim beni bile endişelendirecek derecede büyümüştü. Kendime engel olamayarak aynı sözleri tekrarlamaya başladım. ''Benim adım Güneş. Kayıp Terra'nın büyülü, gök kızı. Adım Güneş. Ziyan olmasın Aqua'nın zarafeti.'' Sesim giderek yükseliyordu. Tırnaklarımı avuç içlerime geçirip ''Dur artık'' diye bağırıyordum bir yandan. ''Sus, tekrarlama bunları, kes şunu Güneş.'' Tüm sesler birbirine karışmıştı. En son sadece su sesi kaldı ve o da giderek yok oldu.
Üzerimdeki ağırlık kalktığında bayıldığımı anlamıştım. ''Tanrıya şükür'' cümlesini duyduğumdaysa bilincimin yerine geldiğini tam olarak kavrayabildim. Bu sözlerin sahibi çalıştığım dükkanın ortağı, yaşlı Müren Amca olmalıydı. Sesinin titremesinden korktuğunu anlamıştım fakat yüzünü göremiyordum. Gözlerimi yavaş yavaş açıp kocaman olmuş, koyu kahverengi gözlerine baktım. Bir anda yüzü parladı ve o güzel gülümsemesiyle konuşmaya başladı. ''Ah benim güzel kızım. Neler oldu sana?''
Cevap vermeden uzun bir süre sadece inceledim. Beyaz saçlarını, tamamen yuvarlak olan yüzünü kaplayan beyaz, çok uzun sayılmayan sakallarını, hafif çıkık elmacık kemiklerini, al al olmuş yanaklarını, esmer teniyle gözlerinin renginin uyumunu, her zaman yaptığı gömlek-yelek uyumundan çıkan tatlı göbeğini...
''Nasıl da yaşlandın ihtiyar!'' dedim gülerek. Hiç vakit kaybetmeden huysuz ihtiyar moduna geçerek ''Senin hiçbir şeyin yok küçük, mavi solucan. Hemen yeni gelen kitapların başına!'' diyerek yavaş yavaş ve sallanarak dışarıya çıktı.
Yüzümdeki gülümseme bir anda soldu ve olanları hatırlamaya başladım. Kendi kendime ''Hayır.'' dedim. ''Olanları unutuyoruz.'' sadece bilinçaltım bir şaka yapmıştı o kadar.
Fazlasıyla enerjik ve tuhaf bir ruh haliyle yerimden kalkıp yeni gelen dostlarımın yanına koşarak gittim. Girişe rastgele bırakılmış kolileri görünce yine sinirlenmiştim. Bu kargoların umursamaz tavırları kitaplarımı incitiyordu. Ben öyle düşünüyordum. Kutuları açtığımda muhteşem kitap kokularıyla huzur buldum. Yeni doğmuş bir bebek gibi görüyordum onları. İncitmeye öylesine korkuyordum ki her birini tek tek alıp, sağını solunu güzelce inceleyip özenle raflara yerleştirdim. En son arkadaşımı da yerine yerleştirdiğimde saatin fazlasıyla geç olduğunu fark ettim. Bir başıma kalmıştım. Kendi kendime ''Korkmuyorum, her şey yolunda, çok güzel'' diye mırıldanmaya başladım. Bir yandan da çıkmak için hazırlanıyordum. Belime kadar gelen saçlarımı tek hamlede toplayıp bir kalemle sabitledim. Üzerimi sıkıca giyinerek çıkışa yöneldim. Kapıyı üç kez kilitleyip takıntılı ruhumu memnun etmek için üç kez de kontrol ettim. Dört beş adım atmıştım ki bir ses duydum.
''Güneş.''
ŞİMDİ OKUDUĞUN
AQUA & TERRA
Fantasíaİki kabile vardı, birbirine kavuşmak isteyen... Biri su diğeri toprak halkı. Bir araya geldiklerinde çok güçlü olacaklardı. Tam da burada başlıyordu yazgıları. Yüzyıllar boyu süregelen birleşme çabalarına engel olan bir efsun vardı. Büyük bir efsun...