Yazardan kısa bir not: Kısa bir bölüm ama umarım beğenirsiniz. Ayrıca diğer bölümlerin kısa olmamasına dikkat edeceğim. İyi okumalar.
Size bir hikaye anlatayım. Yıllar önce, ben daha bu dünyada değilken genç bir adam ölmekte olan genç bir kadını kurtarmış. Hastaneye götürüp, masraflarını karşılamış. Her gün ziyaretine gitmiş ve bu zorlu süreci atlatmasına yardım etmiş. Genç kadının zorlu süreci bağımlılığı atlatmakmış, atlatmışta. Sonra kurtarıcısıyla evlenip çok güzel üç çocuğa sahip olmuş. Onlara layık, iyi bir anne olmak hayattaki tek amacı olmuş ama bir gün amacından sapıp ortalıktan kaybolmuş ve şu an o üç güzel çocuğu morgda soğuk ve cansız bir şekilde bekliyormuş.
Babam bize onu görmek zorunda olmadığımızı söyledi ama Pat ve Belle görmek istediklerini, veda etmeye ihtiyaçları olduklarını söylediler. Belli belirsiz bir ses bana annemin soğuk ve oldukça cansız cesedini görmek isteyip istemediğimi sordu. Açıkçası emin değildim. Onun sıcak teninin hatırasını silmek istediğimden emin değildim.
Uzun süren sessizlikten sonra kafamı evet anlamında sallayıp, travma riskini göze alarak kardeşlerimle birlikte annemi görmeyi kabul ettim.
Morg soğuk ve cansızdı. Soğuk ve cansız. Atmosferi tarif etmenin tek yoluydu o iki kelime. Örtüyü yüzüne bile bakmadığım bir görevli kaldırdı. Annem cansız olmasına rağmen her zaman ki gibi sıcak gözüküyordu. Karamel rengi saçları her zamankinden daha soluk, teni biraz daha mor ve vücudu biraz daha güçsüz gözüküyordu. Belle’in hıçkırıklarını duyabiliyordum. Pat sessizdi, sanırım benim gibi sadece gördüğünü sindirmeye çalışıyordu. Pat’in parmaklarının annemin kolunda ufak bir morlukta gezindiğini gördüm. İğne izi.
Her şey hafızama kazınmış durumdaydı. Asla o görüntüyü unutabilir miydim bilmiyorum ama şu an için unutmakta istemiyordum.
Eve döndüğümüzde herkes birbirine bir şey söylemeden odalarına çekildi. Babamın yapacak işi, Pat’in hakkında düşünmesi gereken bir dönem ödevi, Belle’in düzenlemesi gereken bir odası, benimde okumam gereken bir kitabım vardı ama aslında hepimiz ayrı ayrı yas tutma peşindeydik. Mutfağa portakal suyu almak için giderken Belle’in hıçkırıklarını, Pat’in öfkesini, babamın sessizliğini duyabiliyordum. Ben ağlamıyordum, sinirlenmiyordum, kendi sessizliğimde yas tutmuyordum, ben sadece düşünüyordum. Üzgün hissetmekten çok hissiz hissetmemin sebebi bu olsa gerek.
Ertesi sabah kahvaltı masası normalden çok daha sessizdi. Kimsenin ağzını açıp bir şey söylemeye cesareti yoktu. Herkesin korktuğunu varsaydım ama kim bilir belki sadece söylenecek hiçbir şey kalmamıştı.
İkinci saatte Priscilla ile aynı sınıftaydık. Yüzünde her zamanki tebessümle gelip yanıma oturdu.
“Nasılsın?”
“Bilmem, sen?”
“İyi sanırım, Spencer bana çıkma teklifi etti.”
“Spencer Donald?”
“Hayır, kız olan değil erkek olan. Spencer Red.” Mutluydu sanırım. Ona annem hakkında haberi vermeli miydim? Birkaç dakika sessizlikten sonra, “Annem bulundu.”
“İnanamıyorum, nasıl, iyi mi? Evde mi şu an. Aaah, demek Pat’in seni arama nedeni buydu. Aslında dün akşam seni aramak istedim ama cezalıyım bili...”
“Ölü olarak bulundu.”
Sessizlik. Oldukça uzun bir sessizlik. Öğretmen sınıfa girdi ve hala sessizlik. Priscilla ağzını açmadı. Korkuyor muydu yoksa söylenecek hiçbir şey kalmamış mıydı? Tüm zamanımı derse odaklanmaya çalışarak geçirdim. Bu yüzden derse pek odaklanamadım.
Teneffüs zili çaldığında Priscilla’yı beklemeden sınıftan aceleyle çıktım. Ağlamıyordum, sanki göz pınarlarım zalim bir komutan tarafından ele geçirilmiş ve esir tutuluyormuş gibiydi. Koridordaki insandan bariyerleri aşarak dışarı çıktım. Kitaplarımı yere koyup nefes almaya odaklandım. Nefes al! Nefes al! Sırtımda bir el hissettim. Büyük bir el olduğundan Pat olduğunu varsayıp arkama döndüm. Koyu mavi gözler. Pat’in gözleri açık kahverengi, mavi değil.
“İyi misin?” Sesi, vücudumda garip bir sakinliğe aynı zamanda da gerginliğe yol açtı. Karnımın alt kısmı gerilmiş ama ellerinin dokunmakta olduğu kollarım tüy kadar hafif.
“Ne..fes…” Göz bebekleri büyümüştü. Heyecanlanmış ya da telaşa kapılmış olabilirdi. Telaşa kapılmak bu durumda daha uygundu sanırım.
“Bana bak! Gözlerime bak ve bana odaklan başka hiçbir şeye değil!” Dediğini yaptım. İçimdeki öleceğime dair his yavaş yavaş kaybolmaya başladı. Nefes alıp verişim normale döndüğünde birkaç kişinin bizi izlediğini, Iven’in bana dokunmakta olduğunu ve Iven’in gerçekten güzel gözleri olduğunu fark ettim.
Kollarımı hemen Iven’in ellerinden kurtardım ve kitaplarımı yerden alıp okul binasına girdim. Bir süre sonra Iven bana yetişti. Elini omzuma koydu ama ben irkilince çekti.
“Şey… Ben merak etmiştim… Sen benimle… Şu cumartesi günü olacak partiye gelmek ister misin?” Başını kaşıyordu ya da saçları ile oynuyordu, emin değilim.
“Gelemem.”
“Ah, yani benim hakkımda pek bir şey bilmiyorsun ama öğrenmek için güzel bir yol olabilirdi.”
“Gelemem çünkü cumartesi günü ailemle doğum günümü kutlamak adına hep beraber yemek yiyeceğiz.”
“Partiler geç saatlere kadar sürer.” Ellerini cebine koydu ve omuzlarını dikleştirdi.
“Tamam.”
“Yani gelecek misin?”
“Hayır, ben verdiğin bilgiyi onaylamak için ‘tamam’ dedim.” Cevabımın ardından eli tekrar saçlarının arasına gitti.
“Peki, sonra görüşürüz.” Edebiyat sınıfına girmek için yanımdan ayrıldı. Aynı Edebiyat sınıfında olduğumuzu fark etmemiştim.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Evelyn, Karmaşık bi Hikaye.
Teen FictionEvelyn, farklıydı. Bunu anlaması biraz zaman almıştı. Herkesin dünyayı ve etrafındaki olayları farklı gördüğünü, farklı algıladığını anlamak zaman almıştı. Ve şu an dünyaya dair olan bütün sahip olduğu bilgiler paramparça olup tekrar bir araya konma...