Blood Type

98 15 12
                                    

"Ağlamaya devam edeceksen gidelim ve bir daha gelmeyelim."

Nialla elleriyle yaşları silmeye çalışırken başını iki yana salladı. Omuzlarından tutup onu göğsüme yasladım. Saçlarını okşarken o ağlamasının şiddetini düşürmüyordu bile.

Neden bu sefer bu kadar ağladığını anlayamamıştım. Mezarlığa her gelişimizde ikimiz de biraz hüzünlenirdik. Ama Nialla durmadan ağlıyordu anne ve babasının mezarı başında. Kendimi kötü hissediyordum bunun için. Çünkü annesiyle babasını çok özlemiş olmalıydı ama o bana da baba diyordu. İçimi burkuyordu ama onu suçlamam söz konusu bile değildi.

"Gidiyoruz, kalk hadi." Beni dinlediği söylenemezdi. O yüzden onu kucağıma alıp ayağa kalktım. Başını göğsümden kaldırıp öyle bir bakışla bana baktı ki onu anne ve babasından alıp kaçırıyormuşum gibi hissettim. Ama arabaya doğru ilerlemeye devam ettim.

Nialla birden tepinmeye başladı. Ayaklarıyla boşluğa tekmeler vuruyordu. "Bırak beni!" diye bağırdı. "Annemi görmek istiyorum. Bırak beni. Beni annemden ayıramazsın!"

Arabaya gidene kadar bir şey söylemedim. Nefesim daralmıştı. Pedagog ara ara bu şekilde tepkiler vermesinin gayet normal olduğunu söylemişti yıllar önce. Ama bu en son 3 sene önce yaşanmıştı.

Onu arabanın kaportasına oturttum. Yüzünü ekşite ekşite ağlıyordu. Pedagogun bu durumda yapmamı önerdiği şeyi yaptım ne kadar içim acısa da. "Nialla Rosaleen, bana bak." dedim. Dediğimi yaptı. "Annen Paula ve baban Finn öldü. Onları gerçek dünyada göremezsin."

Gerçeklerle yüzleşmesi ve hayal kurmaması gerekirmiş. Ama bunu ona söylemenin ne kadar zor olduğunu hesaba katmıyordu pedagog. Onun bana sanki bunu ilk defa duymuş gibi bakmasının ne demek olduğunu nasıl anlasındı pedagog?

Önce ilk defa duymuş gibi baktı. Sonra bir şeyler aklına yeni geliyormuş gibi baktı. Normale, 16 yaşındaki Nialla'ya döndüğünü fark ettiğimde "Özür dilerim babacağım." dedim.

"Beni bir daha getirmeyecek misin?" diye sordu burnunu çekip.

"Tabiki hayır. Sadece o an bunun seni durduracağını düşündüm. Ağlaman, istediğim son şey bile değil." Alnını öptüm ve onu yeniden göğsüme yasladım.

"Biraz daha iyiysen arabada beni bekler misin?" diye sordum. Başını salladı. İnmesine yardım edip koltuğuna oturttum. Hemen geleceğimi söyledikten sonra Judith'in mezarına doğru ilerledim.

Mezar görüş açıma girdiğinde biraz orada durup baktım. Hâlâ dün gibi hatırlıyordum onu gömdükleri günü. Doğum günüydü. Ona ne hediyeler, ne sözler hazırlamıştım. Ama tek yapabildiğim o sözleri içimden tekrar ederken onu gömmemeleri için yalvarmaktı. Bir insan bunu nasıl unutabilir ya da atlatabilirdi ki? Aklım almıyordu.

Mezara vardım ve yere çöktüm. Toprağını okşadım, sonra suladım. Ağır ağır sularken onunla konuşmaya başlamıştım bile. "Dün filmin galası vardı. Çok ağladım, sevgilim, özür dilerim. Biliyorum, sen benim ağlamamı istemezdin ama yapamıyorum işte. Bir yere kadar dayanabiliyorum artık. 5-6 sene önceye kadar daha iyiydim bu konuda. Nialla artık her şeyi biliyor ve çok çabuk kavrıyor. Senin neden gittiğinin farkında. Bir yanı benden nefret ediyor bunun için, biliyorum. Seni öldürdüğümü düşünüyor ki onu asla suçlayamam bunun için. O anlamıyorken her şey biraz daha kolaydı. Paula'yı ve seni çok özlüyor. Seni hiç tanımadı ama biliyor ki sen burada olsaydın ben çok mutlu olacaktım." Derin nefes aldım ve ağır ağır verdim. "Keşke burada olsaydın, sevgilim."

Toprağı öpüp mezarlıktan ayrıldım.

Nialla başını cama yaslamış boşluğa bakıyordu. Arabaya bindiğimde tavrını değiştirmedi. Bir şey söylemedim. Eve giderken sessizce bekledi sadece. Eve geldiğimizde ben arabadan inmedim. Zaten işlerim vardı. Saçlarını öptüm.

Supermarket FlowersHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin