Annemin söylediklerinden yıllar geçiyor. Arkadaşım artık eşim oluyor. Zaman her zaman olduğu gibi, bir işkence gibi yavaş geçiyor. Ölüm haberinin üzüntüsü bırakmıyor peşimi, bir belaymış gibi dolanıyor etrafımda. Hayallerimin süsleri bir bir kopuyor, hiç gülmeyen bir surat beliriyor bedenimde. Yılların devirdiği aptal yaşlılık erken vuruyor bana. Suratım daha bir çirkin, gözlerim daha bir duygusuz. Kablolarım hala birbirine bağlı, istedikleri tek şey gitmek bu yaşamayı bilmediği çöp yığınından.
O sırada JungKook beliriyor karşımda. Gözlerinde bir ışık, yıllardır hiç bırakmadığı sevimli gülüş. Bütün o ölüm düşünceleri terk ediyor beni bir bir, kablolarım ve ben yalnız kalıyoruz kafamın içinde. Kablolarım çözülüyor. Ruhu okşanıyor, kedi gibi mırlıyor. Sanki asırlardır boynumdan kaldıramadığım kalın ipleri tek parmağıyla çözüyor. Bacaklarımın bağı açılıyor, bütün o güzel deyimler tek bir gülüşüne bakıyor. Ben aşık olmanın ötesine geçiyorum, yüzerken altın buluyorum. Hayatı yaşamanın tanımını keşfediyorum. Sanki o an bir yazar oluyorum ve bütün bilip bilmediğim kelimeleri ona bahşediyorum. Ben, hayata tutunmak için bir sebep buluyorum.
"Geliyor musun, Yoongi?" Kafamı sallayıp gidiyorum peşinden, nereye gittiğimizin bir önemi olmadan.
Benim imtihanım da bu. Bir yandan gitme arzum yanıp tutuşuyor, diğer yandan JungKook kalmamı söylüyor. Bir annemin isteği, bir de Jungkook'un isteği üzerine gitmiyorum buradan.