"Emir!""Emir!"
"Emir!"
Böyle uyandırılmaktan nefret ediyordum. Annemin telaşlı ve ısrarlı bağırışları inadına uykunun tatlı kollarına bırakıyordu beni. Ne vardı sanki bana izin verse ve birazcık daha uyusam? Tatil günleri bile rahat yoktu bana. Yapmak istediğim şeylerin hayatımda -en azından şimdilik- yerinin olmadığını artık kabul etmem gerekiyordu. Ailemin istedikleri ve hayalini kurduğum şeyler çoğunlukla birbirleriyle paralel gidiyordu ama uykumun bölünmesine asla tahammülüm yoktu.
"Emir başarılı olmalısın.!"
"Emir iyi notlar almalısın.!"
"Emir iyi okullara gitmelisin.!"
"Emir bizi hayal kırıklığına uğratmamalısın.!"
Hayatım, babam ve annemin -özellikle annemin- verdiği bu katı tavsiye cümleleriyle beraber kısır bir döngü içine girmişti ve bu kısır döngünün duvarları Almanya'yı bir zamanlar ikiye ayıran duvar gibi kolay kolay yıkılacağa benzemiyordu. Annemin bağırışlarına daha fazla dayanamayarak yataktan istemeye istemeye çıktım ve duş almak için banyoya gittim. Herkesin olduğu gibi benim de günlük bir rutinim vardı ve bu rutini bozmaya da niyetim yoktu. Düzensizlikten ölesiye korkar; "spontane" denilen saçmalığa kendimi kolay kolay bırakmazdım. Hemen duşa girer; duştan çıktıktan sonra giyinir ve saçıma fön çekerdim. Daha sonra korkunç göz altlarımı bir nebze olsun sağlıklı gösteren kapatıcımı sürer ve kirpiklerimi iki baş parmağımla rimel sürer gibi düzeltirdim. Son bir kez aynaya bakar ve yüzümde günlük işlerimi halledecek kadar canlılık gördüğüm an evden dışarı çıkardım. Odadan çıkıp mutfağa girdiğimde annemle babamın meydana getirdiği mutluluk tablosuyla göz göze geldim. Annem kahvaltı için son dokunuşları yaparken babam ona gülümseyerek ekmekleri masaya getiriyordu. Bu nasıl bir aşktır diye sordum kendi kendime. Dip dibe geçirdikleri 12 sene onları güçlü bir çift haline getirmişti. Tek bedende uyum içinde yaşayan iki karakter... Birbirlerine ne olursa olsun saygı gösteren ve karşılaştıkları tüm zorluklara birlikte göğüs geren iki cesaretli insan... İnatçı ve mükemmelliyetçi olsalar da beni bir hayli zorlasalar da onlarsız bir hayatı asla düşünemiyordum. Benim geleceğim için canla başla çalışan bal arıları gibiydi annemle babam.
Beni kolumdan tutup sofraya oturttuklarında gözlerime inanamadım. Masada yok yoktu. Her zaman titiz olan ve yemekleriyle, davetleriyle komşuları arasında hatırı sayılır bir üne sahip olan annem harika bir kahvaltı masası hazırlamıştı. Masa her ne kadar harika olsa da bir gariplik vardı sezdiğim. Annem her zaman güzel masalar hazırlardı ama bu masa sanki fazla parıltılıydı. Kutlama havası tadında saraylara layık bir masa...
"Eee bu güzel manzarayı neye borçluyuz?" diye sordum anneme. İlk başta bir tepki göstermedi. Babamla ayakta dikilmiş birbirlerine gergin ama bir o kadar da heyecanlı bakışlar atıyorlardı. Hala anlam veremiyordum bu olanlara. Daha yeni uyanmıştım ve sinirlerim şimdiden tepemdeydi. Annem mutfaktan çıktı ve kısa bir süre sonra elinde bir zarfla geldi ve onu bana uzattı.
"Değişim programı için başvurduğun okul bir mektup göndermiş sana."
Annem, ellerini sıkı sıkı birbirine geçirmiş heyecanlı bir şekilde bana verdiği zarfı açmamı bekliyordu. Babam ise her zamanki gibi o donuk gülümsemelerinden biriyle karşılık veriyordu. Hissettiği şeyleri çok nadir gösterebilen ve ne yaşarsa yaşasın, yaşadığı şeyleri sadece bir gülümseme ile savurabildiği için donuk diye tasvir ediyordum babamın gülüşünü. Heyecanını, sinirini, mutluluğunu göstermek konusunda babamla ortak bir nokta paylaşıyorduk. Annem ise otoriter ve sabırsız bir kişilikti. "Buzlu cam" dediğimiz bir yüzdü babam ile sahip olduğumuz şey. Annem ise karışı tarafın çok net görülebildiği bir camdı adeta. Belirsizliğe, güvensizliğe taakati olmayan bir cam.
Sıkı sıkı tuttuğum kemik rengi zarfa kaydı gözlerim. Üzerinde siyah renkli büyük harflerle "STONE BRIDGE ACADEMY" yazıyordu. İngiltere'nin kuzeyinde bulunan ve sosyal bilimler konusunda öğrencilerine inanılmaz bakış açıları kazandıran bu elit okul, üniversiteye başladığımdan beri hayallerimi süsleyen yegane şey olmuştu. Yılda sadee 10 öğrenci kabul eden bu girmesi zor okula bu sene başvurmuştum. Üniversitede edebiyat-tarih çift anadalı yapan, 4.00 ortalamaya sahip olan ve altı dil bilen ben, hayallerimi gerçekleştirmek ve asla dur durak bilmeyip beni yiyip bitiren hırsımı bir nebze olsun sakinleştirmek iin bu yola başvurmuştum. Kimselerin bilmediği en karanlık korkularımdan biriyle yüzleşmek için bu okulun kapısını çalmıştım : Reddedilmek...
Kendi çevremde çok başarılı bir öğrenci olabilirdim ama dünya çapında muhteşem ötesi bir üne sahip olan bu okula kabul edilecek kadar iyi miydim orasını bilmiyordum. Hırsıyla lanetlenmiş insanlardan biriydim ben. Kendini tatmin etmek ve hırsını kontrol altında tutmak için elinden gelen her şeyi ki - bu şeyler kötü sonuçlar bile doğurabilir- yapan, dünyadaki yedi milyar umutla insandan yalnızca biri... Annem ve babamın telaşlı bakışlarına daha fazla dayanamayıp elimdeki zarfı açtım.
" Sevgili Emir Köseoğlu Stone Bridge Academy'ye kabul edildiğinizi size bildirmekten mutluluk duyarız..................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................................."
Hareket edemiyordum. Nefesimi tutmuş göz bebeklerimi iyice büyütmüş mektuba öylece bakıyordum. Kabul edilmiştim! Bir hayalimi daha gerçekleştirmiş, hırsımı bir hayli besleyip onu dizginlemiştim! Ellerim zarfı tutamayacak kadar titriyordu. Kabul edildiğimi gördükten sonra mektubun geri kalanını okumadım; okuyamadım.
"Ne oldu Emir?"
" Ne yazıyor kağıtta?"
" Söylesene Emir!"
"Kabul edilmişim..."
Kabul edildiğimi duyduktan sonra annemin sevinçten çılgına dönmesi fazla uzun sürmedi. Kemiklerimin kırılmasını umursamadan sıkı sıkı sarılıyordu bana. Babam ise bir elini omzuma koyup gururla bana bakıyordu. Odama çıkmak istediğimi söyledim onlara. Annemin "Dur nereye gidiyorsun?! Bir şeyler ye!" bağırışlarına aldırmadan odama girip kapımı kilitledim. Yalnız başıma kalıp bu süreci sindirmem gerekiyordu. Yatağımda bağdaş kurup odamın siklamen renkli duvarlarına diktim gözlerimi.
İnsanoğlunun sosyalleşerek var olması fikri beni hep korkutmuştur. Sosyal olarak toplumun istediği şeyi veremeyen ve herhangi bir kalabalığa bir nebze olsun ayak uyduramayan ben, kabul edildiğim bu okulla birlikte yeni bir çevreye girecek ve insanların o boğucu sıcaklığında yine kaybolacaktım. Savunma mekanizmalarım kat be kat artarken onları kontrol altında tutmam mümkün olmayacaktı. Sosyal anksiyetelerle boğuşan, insanlarla basit bir diyalog kurmakta zorlanan bir insandın ben. Ailem hariç kimseye güvenemez; onlar hariç kimseyle normal bir sohbet edemezdim. Hayatım boyunca kendimi insansızlığa ve yalnızlığa inandırmıştım. Dertleşmek, sır paylaşmak, fedakar olmak, içini açmak gibi insancıl şeyleri asla tecrübe etmedim. Korkuyordum belki de... Belki de toplumun zorunlu koştuğu şeyleri diğer insanlar gibi kafama takmıyordum.Belkilerle yaşamadığım tek bir şey vardı; o da kurduğum bu küçük, basit ve sessiz hayatı İngiltere'de de sürdürmek istememdi. Senelerdir benimle birlikte olan ve bana bir nebze olsun arkadaşlık eden planlarıma uyacak; düzenli bir hayata sahip olacaktım.
İnsanlara hayır!
Sosyalleşmeye hayır!
Güvenmeye hayır!
Bağ kurmaya hayır!HAYIR'larımla kurduğum bu güzel ilişkiyi düşünerek kendimi yeniden uyumaya zorladım. Siklamenler turkuaza dönüştü ve gerçekliğin ellerinden yavaş bir şekilde kayıp bilmediğim diyarlara doğru yol aldım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
HAYATIN HERKES İÇİN BİR PLANI VARDIR
Novela JuvenilHayatın herkes için bir planı vardır derler. Kimileri gülüp geçer; kimileri ise sahip oldukları son umut kırıntısıyla bu plana sadık kalmaya çalışır. Her şeyin herkes için zor olduğu zamanlarda bazı şeyler kolaylaşır. Sosyal anksiyete, depresyon v...