Elizabeth
Etraf cehenneme dönmüştü. Savaş cıkmış gibiydi. Her yer yakılıp yıkılmıştı ve etrafta cesetler vardı.
Evim mahvolmuş bir haldeydi.
Bu berbat manzaraya bakakalmış bir şekilde dizlerimin üzerine çöktüm.
İgnis yanıma geldi. İyi misin?
Nasıl iyi olabilirdim ki?
"Nasıl olayım?"dedim. İki minik gözyaşı yanaklarımdan süzüldü.
Arkadaşlarım da burayı bu halde bulduğumuza şaşırmışlardı. Alexis yanıma geldi. "Ne yapacağız şimdi?"
Kendimi toparlamaya çalışıp ayağa kalktım. Şimdi bunu düşünmemeliydim. Hayır, düşünmemeliydim.
Annemin de ölmüş olabileceği ihtimalini.
"Hala sağ kalan birileri var mı diye bakmalıyız." dedim.
Mark yanıma geldi. "Buradaki arkadaşların ve ailen de ölmüş olabilir. Bu ihtimale hazırlıklı ol, tamam mı?"
Başımla onayladım.
Mark'ın yüz ifadesi değişir gibi oldu. Yalanımı anlamıştı. Zaten ona hiç yalan söyleyemiyordum.
"Gelin," dedim. "Önce bir yere bakmak istiyorum."
Peşimden geldiler. Doğruca evinin olduğu yere koşuyordum. Döküntülerin arasından geçerken rastladığım cesetlere bakıyordum. Şu ana kadar tanıdığım bir kişiyi görmüştüm. En küçük kuzenim. On üç yaşındaki Rose.
Onu bu halde görünce hıçkırıklarıma engel olamamıştım. Ölüm sevimliliğini elinden alamamıştı. Ama çok daha kötüsünü almıştı. Yaşamını. Ancak arkadaşlarımın desteği ile yola devam edebilmiştim. Acaba Michael yaşıyor muydu? Eğer yaşıyorsa kardeşinin öldüğünü duyunca ne hale girerdi? Bunu unutmaya çalıştım.
Yolda koşarken Mia'nın babasının cesedini de gördüm. Durup ağlamamak için kendimi zor tuttum.
Evimin olduğu yere geldiğimde kapı açıktı. Durup bir arkadaşlarıma baktım. "İçeri bakalım." dedi Alexander.
Başımla onaylayıp eve girdim. Arkadaşlarım da peşinden geldiler ve eve bakındık. Evin içerisi darmadağın bir haldeydi. Alt katta kimse yoktu. Merdivenlerden yukarı çıktım. Yukarıda da kimse yoktu. Kendi odama girdim. Uzun zamandır burayı görmemiştim.
Alexis yanıma geldi. "Burada yoklar." dedi.
Ben de bundan korkuyordum.
Başlarına bir şey gelmiş olmalıydı. Ya da ölmüş olmalıydılar. Hayır, daha emin değildim. Bu kadar çabuk umudumu kaybedemezdim.
"Gidelim." diyerek odamdan çıktım.
Evden çıktık ve yakın çevreyi arştırdık. Gördüğüm tüm cesetler baktım. Bazı komşularımızı gördüm ama durup ağlayacak vaktim olmadığından oradan ayrıldım.
"Nereye gideceğiz?" dedi Mark.
"Beni takip edin." dedim.
Şu an aklıma gelen tek yer olduğundan meydandaki eve gittim. Oraya yaklaşırken anca fark edebildim. Göğe dumanlar yükseliyordu.
Yangın çıkmış olmalıydı.
Daha hızlı koşmaya başladım. İgnis de yanımdan koşarken Umudunu çabuk kaybetme, diyerek bana destek oldu.
Meydan evine geldiğimizde tahmin ettiğim gibi ev yanıyordu.
Etrafta cesetlerden başka kimse görünmüyordu. Acaba neredeydiler? Yaşıyorlarmıydı ki?
Kasabamı bu halde bulacağımı hiç düşünmezdim. Buraya gelene kadar hep ailemin ve arkadaşlarımın iyi olduklarını ve beni görünce ne kadar şaşıracaklarını düşünürdüm. Şimdi ise bunlar çok boş görünüyordu.
Alexis yanıma geldi. "İllahaki yaşayan birileri vardır. Sadece saklanmışlardır. Onları bulursak burada tam olarak neler olduğunu öğrenebiliriz."
Pek bir umudum kalmamış bir şekilde başımla onayladım. Hatırladığım kadarıyla adanın bir ucunda pek kullanılmayan birkaç ev vardı. Bu durumda saklanmak için kullanılmış olabilirlerdi.
Arkadaşlarıma oradan bahsettim. Belki birileri oraya gitmiştir diye düşünerek biz de o evlere gittik. Kasabanın yerleşim bölgesinden uzak olduğu için oraya gitmek biraz vakit harcadı.
Oraya vardığımızda umudunu kesmekle hata ettiğimi anladım.
Birkaç kasabalı ölü bir hayvanı eve doğru götürüyorlardı. Bizi görünce şaşkınlıkla bakakaldılar.
Beni öldü biliyorlardı.
Kasabalılardan biri çok yakınımızda oturan bir komşumuzdu. Şimdi adını çıkartamıyordum ama beş yaşında küçük bir kızı olduğunu hatırlıyordum. Adam şaşkınlık içinde sessizce "Elizabeth?..." dedi. Yanımda duran İgnis'i görünce hepten şaşırdı.
Tam olarak ne diyeceğini bilmiyordum. Böyle bir zamanda ne denirdi ki?
İgnis burnuyla bacağımı dürttü. İnsanların bir açıklamaya ihtiyacı var, dedi. Bununla yanlızca beni değil kendini de kastediyordu.
İleri çıktım ve "Her şeyi açıklayacağım." dedim.
Adam aylar önce cenazesine katıldığı kızı karşısında görmenin şaşkınlığını üzerinden atmaya çalışarak başıyla onayladı. Ellerindeki, şu an ölü olan hayvanı bir yere astılar ve eve girdiler. Ben de biraz tereddütlü bir şekilde eve girdim. Peşimden arkadaşlarım geldi ama İgnis dışarıda kaldı. Önce kasabalılar benim hala yaşıyor olduğum gerçeğini hazmetmeleri gerekiyordu. Sonra İgnis'e geçerdik.
İçeride birçok kasabalı birlikte duruyordu. Çoğu yaralanmıştı ve kollarıyla bacaklarında sargılar vardı. Durumları vahim görünüyordu. Savaştan çıkmış gibiydiler.
Tanıdık birkaç yüz görünce içim rahatladı. Abim yanında birkaç arkadaşıyla birlikte herkese yemek dağıtıyordu. Onu görünce aklıma seçmeler geldi. Acaba kim kazanmıştı?
Abim beni görünce neredeyse elindekileri düşürüyordu. Ona bakıp hafifçe gülümsedim.
Evet, abim bana gerçek bir kardeşmiş gibi davranmıyordu ama yinede onu seviyordum. Zamanında birçok kez arkamda durmuşluğu vardı. Beni sevdiğini biliyordum ama o bunu pek belli etmezdi. Abiydi işte.
Elindeki yemekleri öncekinden daha hızlı dağıtmaya başladı. Bir an önce işinin bitmesini istiyor gibiydi.
İnsanlar arasında geçerken annemi arıyordum. Kasabalılar beni görünce şaşırıyorlardı. Yanlarından geçerken her şeyi açıklayacağımı söylüyordum. Evde bakmadığım tek yere de giderken kendimi en kötü senaryoya hazırlamaya çalıştım.
Babam da bu köşede oturuyordu. Önündeki yemeğe odaklandığından geldiğimi fark etmedi. Hatırladığımdan daha yaşlıydı. Koyu kahve saçlarının arasındaki beyazlar daha belirginleşmişti. Zayıflamıştı sanki.
Umrumda değildi.
"Annem nerde?" deiye sordum sertçe.
Başını kaldırıp bana baktı. Gözleri büyüdü. "Elizabeth, yaşıyorsun..." diye fısıldadı.
Yüzümü buruşturdum. Adımı bu adamın ağzından duymanın ne kadar kötü bir şey olduğunu unutmuştum.
Aradan zaman geçince babama olan nefretim azalacağına artmıştı sanki.
"Annem nerede?" diye tekrar sordum. Bu sefer daha yüksek sesle.
Cevap vermedi.
Yüzündeki ifade zaten bir cevaptı.Cia
Bu gün yine bir ejderha avlayacaktık.
Ah...
İşimi gerçekten seviyordum.
Cephanelikten çok sevdiğim kılıcımı aldım. Kılıcın boyu baya uzundu. Yerden belime kadar geliyordu. Gerçi ben buna alışkındım. Kemerime de dokuz bıçağımı sıra sıra dizdim. Onuncuyu da kemerine yerleştirirken Mike cephaneliğe girdi. Elinde kocaman baltasını tutuyordu. Baltanın keskin ucunda kan lekeleri vardı. O kan lekelerinin onuru gibi gördüğünden baltasını temizlemezdi. Benim aksime.
"Hazırlığın uzun sürdü." dedi. Gözlerimi devirdim.
"Her zamanki kadar sürdü." dedim. Yayımı ve oklarımı da aldım. Sadağımı omzumdan geçirip sırtıma astım.
"Hadi acele et." dedi ve kendi bıçaklarını alarak cephanelikten çıktı. Ben de tamamen silahlarımı kuşandığımda dışarı çıktım. Her ihtimale hazırlıklıydım.
Kaptan Richard ve diğer avcılarla birlikte ormana, ejderhaların en çok görüldüğü yere gittik. Bana göre ejderhaların ormana gitmeleri saçmaydı. Ağaçlar uçmalarını engellemez miydi? Belki de ormanda olamalarının bir nedeni vardı.
Umrumda değildi.
Ağaçların arasından geçerken kılıcımı daha sıkı tuttum. Avcılar iki gruba ayrıldı. Benim grubumun başında Mike vardı. Diğer grubun başı ise Kaptan Richard'dı. Ejderhaların sayısı birden fazla olduğundan dolayı iki gruba ayrılmıştık. Kaptanın grubu onlara önden saldıracaktı. Bizim grubumuz da arkadan saldırarak kaçmalarını engelleyecekti. Bu, sık kullandığımız bir taktikti.
Ejderhaların arkasını kapatmak için ilerlerken sesleri geliyordu. Yemek yiyor olmalıydılar.
Bu son yemekleri olacaktı.
Onları arkadan sardığımızda Mike'ın omzuna basıp bir ağacın dalına çıktım. Yayımı elime aldım ve kılıcımı sırtımdaki yerine yerleştirdim. İhtiyaç olmadıkça aşağı inmeyecektim. Burada durarak kaçmaya çalışan ve zorluk çıkartan ejderhaları vuracaktım.
Okumu yayıma yerleştirdim. Hazırda bekliyordum. Yüksekten bakınca ejderhaları rahatlıkla görebiliyordum. Tahmin ettiğim gibi bir hayvan leşinin üzerine üşüşmüşlerdi. Parçalanmış leşin bir zamanlar hangi hayvan olduğunu söylemek imkansızdı. Sayıları fazla değildi. Altı-yedi taneydiler. Ama aralarında büyükler de vardı. Ve bir-iki okla işi biten yavrular.
Yavruları görünce elinin titrediğini hissettim. Onlar için endişeleniyor muydum? Hayır, onlar tehlikeliydi. Eğer bir yavrunun kaçmasına izin verirsem büyüdüğünde başımıza dert olurdu.
Merhamet edemezdim.
Zamanında benim hiç görmediğim merhameti düşmanıma gösteremezdim.
Kollarım ve sırtımdaki yanıkların sızladığını hissettim. Geçmişimin acıları beni hiç bırakmayacaktı.
Kaptan Richard'ın grubu saldırıya geçti. Ejderhalar da kendilerini savunuyorlardı. Mike'ın grubu da saldırınca kaçmaları imkansız oldu. Ben de buradan oklarımla ejderhaları vurmaya çalışıyordum. Onları kaplelerinden vurmazsam ölmezlerdi.
İlk ejderha düştü. Bir yavruydu. Yaşam müchadelesi uzun sürmemişti. Ejderhaların arasından en büyüğü ateşini Kaptan Richard'a doğru üfledi. Kaptan sıcağa davanıklı metal kalkanıyla kendini korudu. O sırada Mike uçmaya çalışan bir ejderhanın kanadını baltasıyla biçti. Ejderha kulaklarımı sağır eden bir çığlıkla yere düştü. Ben de oklarımla onu vurarak işini bitirdim.
Büyük ejderha pençesiyle bir avcının yüzünü çizdi. Adam gözlerinden birini kullanamaz oldu.
Birkaç ejderha daha düştü. Ama büyük olanı hala sorundu.
Aklıma bir fikir geldi ve ejderhanın gözünü nişan aldım. İlk oku ıskaladım ama ikincisi yerini buldu. Ejderha çığlık atarak korunmak için başını eğdi. Diğer gözünü de vurursam tamamen kör olurdu ve avcıların onu öldürmesi kolaylaşırdı. Biraz daha uğraştıktan sonra ejderhanın diğer gözünü de vurabildim. Ejderha tamamen kör olunca ateşini boşluğa sallamaya başladı. Birkaç ağacı yaktı.
Kaptan Richard ejderhanın sırtına tırmandı ve kılıcını kalbinin hizasına doğru sapladı. Kılıcın ucu ejderhanın sırtından girip göğsünden çıktı. Ve ejderha düştü.
İçimi zafer hissi kapladı. Ama daha iş bitmemişti kaçmaya çalışan iki minik ejderha vardı. Biri yakalandı. Diğeri ise uzaklaşmaya başlamıştı.
Arkasından bir bıçak attım. İskaladım.
Bu sefer okumla nişan aldım. Ejderha kaçmaya çalışırken çok çağresiz görünüyordu. Küçük ve savunmasızdı.
Elim titredi.
Tereddüt ettim.
Bana ne olmuştu?
Şu ana kadar hiçbir ejderha ya merhamet etmemiştim. Neden şimdi onu vuramıyordum?
Neden?
Eğer oku şimdi atmazsam kaçacaktı.
Elimin titremesine engel olmaya çalışarak okun yaydan çıkmasına izin verdim.
Iskaladım.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Ejder Kraliçe
FantasyEllerimi ellerine aldı ve avuç içlerime baktı. "Ejder Kraliçe." diye fısıldadı. "Tacım yok ama." dedim. Yüzüme baktı. Gülümsedi. "Taçtan çok daha değerli şeylerin var. Ejderhaların..."