Az önceleri hastane odamın duvarında asılı takvimdeki günlere çeltik atarken fark ettim. O kırmızı, yuvarlak içine alınmış günün üzerinden tam iki ay geçmiş. Onu tanımamın üzerine yaklaşık iki ay geçmiş.İki aydır yatıp kalktığım, düşündüğüm O; zihnim ondan başkasını işlemiyor. Kafamdaki nakış nakışlığı beni her defasında sermest ediyor ve ben ondan başkasını dikemiyorum kafamın içindeki çöle. Çöl diyorum ancak her taraf onun kokusu ile donanmış çiçeklerle dolu. Buradan başka hiçbir çöl bu kadar cennet değil.
İşte o, tam iki aydır günümün günü, güncelerimin virgülü, gülüşümün gölgesi.
Bu yaklaşık altmış gün içerisinde onlarca defa görüştük, artık onunla arkadaşız bile diyebiliyorum. O benim arkadaşım diyorum artık birilerine anlatırken. Yalnızca Jeongguk değil, önünde bir sıfatı var ve ben bu sıfatı bile başkasıyla paylaşamayacak kadar kıskançmışım, yeni yeni fark ediyorum her şeyi. İrislerimi açan da o, göz kapaklarımı aşağı çeken de.
Benim en yakın arkadaşım Jeongguk. Öyle güzel ki ona bunu diyebilmek.
Ama biliyorum işte. Bu yetmiyor, en yakın arkadaşı olmak yetmiyor.
Bencillik damarlarımdaki sıvının içinde kol geziniyor ve beni tamamen ele geçiriyor, adım gibi biliyorum bende neler olduğunu ancak söyleyemiyorum. Kalbimden çıkan tek cümle ama bu yetmiyor oluyor.
Ona da söyleyemiyorum, karşısına geçip diyemiyorum; ne kadar doyumsuz olduğumu görmesin diye.
Bencilliğimi bir kenara bırakayım, aslına bakarsanız her şey tamam.
Birbirimizin bir sonraki hareketlerini tahmin edebiliyoruz; bana o yokken sıkılmamam için şiir kitaplarını ve çizgi romanlarını getiriyor; dondurmasını benimle paylaşıyor ve onun hobilerini biliyorum.
Aramızda adını koyamadığın bir bağ oluştu, bu kesinlikle yalnızca arkadaşlık değil.
Eve geçtiğim o sayılı günlerde yemek yerken dört sandalyeli masada, bir tabak daha olsun istiyorum. Jeongguk daldırsın kaşığını o tabağa, o kulak tırmalayan ancak onun duyamayacağı tok sesleri o çıkarsın istiyorum.
Anneme söylediğimde ne güzel bir dostluğumun olduğunu söylüyor. Kafamı sallıyorum iki yana ama o sanki görmüyor, anne diyorum bağıra bağıra. Ama o duymuyor içimdeki feryatları. Sadece arkadaş olmak istemiyorum.
Ama bunları kendimden başkasına diyemiyorum, aslına bakarsanız kendime de diyemiyorum ben. Korkağın tekiyim, kalplerimiz konuşuyor Jeongguk ile ve ben kalbime fısıldarsam onun da duyacağından korkuyorum.
Benden uzaklaşmasından korkuyorum.
Bana canını sıkan olayları anlatıyor, anlıyorum artık. Çünkü artık bizim bir dilimiz var, ikimizin konuştuğu bir dil. Ellerimizin dili.
Ne zaman hüzünlü dursa o güzel yüzü duyamasa bile ona şarkı fısıldamamı istiyor. Bazen ona hangi şarkıyı söylediğimi ellerimle anlatıyorum, eşlik ediyor biliyorsa eğer.
Tüm bunlara rağmen en çok üzüldüğüm şey kendi sesini duyamıyor oluşu.
Öyle güzel ki sesi hiçbir nota çıkamıyor onun can veren fısıltısına.
Her gece ona ziyan olurken uyku, ben onun sesi ile kapatıyorum gözlerimi. Belki bencilce lakin benden başka kimse duymasın istiyorum onun sesini, o bile.
Aynı zamanda tedavim de devam ediyor, bu defa olumlu sonuçlanacak gibi. Bedenim ilaçları kabul ediyor gibi bu defa ya da ben tutunacak bir şey buldum. Annemler mutlu, eh ben de mutluyum.