TUTSAK DÜŞ
Yazdan kalma bir öğleden sonrasında, sarının her tonuna sahip karahindiba tarlasının tam ortasında durmaktaydı Özne. Başını bir günebakan gibi güneşe dönmüş, öylece hareketsiz bekliyordu. Üzerinde kar beyazı elbisesi hafif meltemde salınıyorsa da ona rahatsızlık vermemişti. Gözlerini açmaksızın rüzgârın benliğine taşıdığı doğanın mistik kokusunu içerisine çekiyor, tepesinde koklaşan kuşların cıvıltılarını dinliyordu.
Yüreğinde hiç var olmamış huzuru hissediyor, özgürlüğü tadıyordu.
"Yüzünü güneşe dön, bak nasıl esiyor rüzgâr! Yüzünü güneşe dön, bak nasıl ötüyor kuşlar!" diye fısıldarken kollarını iki yanına açarak neşeyle kendi etrafında dönmeye başladı, olgunlaşan karahindibalarsa onun hareketiyle uçuşuyordu. "Yüzünü güneşe dön! Uçuşuyor tohumlar!" Göğe doğru sesini en yüksekten haykırırken kuşlar ona eşlik ediyordu. Derken mutluluğu, etrafını saran kara dumanlara, is kokusuna ve alevlere teslim oldu. Şimdi karşısında kara... Kapkara, beton yığını bir şehir vardı ve o şehir öfkesini üzerine kusmaktaydı. Kendine doğru koşuşan insanları gördü. Pek çoğu çocuk denecek yaşta, kalanıysa kadındı. Kirli ve paçavraya dönmüş elbiseleri, korku dolu bakışları onların ortak özelliğiydi. Çığlıkları arasına senkronize edilmiş aynı söz dizilimi sürekli olarak dönüp duruyor, bir alçalıp bir yükseliyordu.
Yardım et! Yardım et! Yardım et!
Ne yapması gerektiğini bilemeyen Özne, anlık bir refleksle iki üç adım gerilese de kaçamıyordu. Yardım çığlıklarını duyduğu çocuklar şimdi yavaş yavaş yanıyordu. Onları ardında, yapayalnız bırakamayacağını pekâlâ biliyordu. Vicdanı mantığıyla ağır bir çekişmeye kalkışırken o kendine doğru yaklaşan kara şehre, çocuklar için koştu.
Koştu, koştu, koştu...
Alevlerin ağır kokusunu ciğerlerine çekerken huzurlu tarlası, yitik bir savaşın meydanına dönüşmüştü. Kalabalığın arasına karıştığındaysa ters giden bir şeyin varlığını hissetti. Kimisi yanından koşarak gidiyor, kimisi doğrudan içinden geçiyordu ama kimse onu görmüyordu. Şaşkınlığını gizleyemeden etrafında dönen Özne tamamen görünmezdi.
"Buraya, ait değilim." diye fısıldadı. Kelimeler kuruyan dudaklarından tane tane dökülürken gözlerinin önünde kadınlar ve çocuklar bir bir vurularak düşüyordu. Kara şehrin alevleri ateşten değil, elleri silahlı adamlardandı. Adamların cüsseleri iri, silahları teknolojikti ve diğerleri artık yanından dahi geçemeden yere serilmekteydi...
Ayaklarının tam dibine!
Dehşet içerisinde önündeki küçük, cansız bedene bakarken Özne nefes alamıyordu. Üzerine sinen is, kar beyazı elbisesini kirlete dursun, yüzü onların kanlarıyla kaplıydı. Dudakları aralansa da konuşamadı ama düşünde gizlenmişti tek cümle, hislerde bir olup haykırdı. "Buraya ait değiliz!"
Çiçekler tarumar edilmiş, cansız bedenler dört bir yana saçılmış, kanın kokusu ait olanı bastırmıştı. Ölen yüzlere, ezilmiş karahindibalara bakarken yüreğine oturan acıyı tarif dahi edemezdi. Korkusu dehşetine galip gelirken, varlığını içine çeken kara şehrin güçlü alevlerini, yaşla dolup taşan gözlerle izledi. Kaç zaman sonra, kurtulan olup olmadığını kontrol etmek için endişeyle başını çevirdiğindeyse hiç kimseyi bulamadı. Henüz solmamış karahindibaların sarısına düşmüş kanlı, küçük ayak izleri dışında geriye hiçbir şey kalmamıştı. Güneş ışığı kızıl kana düşüyor, onu aydınlatıyor ama kimsecikler görünmüyordu.
Sonrası... Sonrası yoktu.
Şehrin ateşi tarafından yutulan Özne yandı, bitti, kül oldu...
Zaman kapsamının çoktan dışına itilmiş tek kişilik hücresinde, yayları fırlamış eski püskü ve oldukça rahatsız edici yatakta gözlerini açtı. Binlerce kez görmüş ve artık varlığına çoktan alışmış rüyasından -kâbusundan mı demeliydi bilinmez- nihayet uyanmıştı. Gerinerek doğrulup otururken ayaklarını soğuk zemine bıraktı.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
3.2.1...TIP! / DÜZENLENİYOR
Science Fiction"Buraya ait değil"diler... Kara Şehir'den çıkıp yüzlerini güneşe döndüler. Sonsuz bir tarla boyunca öle öle ilerlediler... Fiilimsiler Cumhuriyeti'nde Özne, Yüklem'e baş kaldırana kadar yağmur hiç durmadan yağar. Çocukların yüzleri gülmez, gözyaşla...