Baharın gelişi ve bolluğu, bereketi beraberinde getirişi ile yavaşça cıvıldamaya başlayan sokaklardan geçerken denizden gelen tatlı meltem genç kızın yüzünü okşuyordu. Nisanın ilerlemesi ile havaların ısınması kışın ve savaşın güçlerini birleştirerek yarattığı o ölüm havasını şehrin üzerinden belki de sadece bugünlük kışkışlamıştı. Nevrakis’in büfesinin önünden geçerken öncekinden daha iyi görünen adama elini sallayarak selam verdi. Adam eliyle onu büfeye davet eder gibi işaret yapınca ise gözlerini büyütüp acelesi olduğunu belirten bir işaret yaptı.
Karargâhın önüne geldiğinde nabzı hızlanmış, kulakları çınlamaya başlamıştı. Kendisi farkında olmasa da yanakları etrafta bir anda patlamaya başlamış tomurcuklardan çıkan pembe bahar çiçekleri gibi renklenmiş, gözleri ise Selanik’te her yerden görünen Ege Denizi’nin o dingin mavisine bürünmüştü. Tabii o anda dingin olmaktan fersahlarca uzaktaydı Hilal. Kalbinin yanaklarında attığını hissediyordu. Derin nefes aldı, verdi. Tam kapının önünde nöbet tutan evzon askerlerine doğru ilerlemeye başlayacaktı ki arkasından gelen “Küçük hanım?” sesiyle irkildi. Arkasını dönmeden önce bir nefes daha verdi dudaklarından. Bu kadar heyecanlanması olağan bir şey miydi? Hiçbir sebebi yoktu adamı gördüğünde heyecanlanması için. Ya da var mıydı? Neticede Hilal’in fotoğrafını çekmişti, beraber bombardımandan saklanmışlardı, üstüne bir de o fotoğrafı tab etmişti… Bu yüzden evet. Bir sebebi vardı Hilal’in.
Gözlerini kısan adam Hilal’e iyice yaklaşarak, “Sabah sabah niçin buradasınız? Kötü bir şey yoktur umarım?”
“Y-yok. Kötü bir şey yok. Çok şükür. Bilakis ben size teşekkür etmek için gelmiştim. Zarf için. Şey, zarflar.”
Genç adam gözlerini büyütüp başını sallayarak, “Zarflar? Hangi zarflar?” diye sorunca Hilal kaşlarını çattı. Nasıl yani? Babası ile ilgili malumatın yer aldığı o çok gizli belgeyi ve Hilal’in fotoğrafını o göndermemiş miydi? Latife mi ediyordu yoksa? Hilal’in kafa karışıklığını yüzünden okuduğu her halinden belli olan adam gülümsedi ve kaşlarını kaldırdı. O an fark etti adamın amacını Hilal. Ona ulaştırdığı belge çok gizli sınıfına girdiği için ikisini de riske atmak istemiyordu genç adam. Hem kendisini koruyordu hem Hilal’i. Ama gönderenin kendisi olduğunu belirtmeden de geçememişti. Bu yüzden o fotoğrafı eklemişti zarfın içine.
Hilal biraz mahcup, gülümsedi ve ayakkabılarının ucuna baktı. Keşke adam bir şey söylese diye geçirdi içinden. Öylece karargahın önünde dikiliyor olmak abes görünüyor olsa gerekti. Gözlerini bir anlığına kaldırdığında adamın mütebessim gözlerinin yüzünü temaşa ettiğini gördü ve… elma gibi kızarmaya başladı Hilal. Biliyordu, yanaklarının kıpkırmızı kesildiğini hissedebiliyordu ve bu daha da çok utanmasına sebebiyet veriyordu.
“Ben sizi meşgul etmeyeyim o halde, Teğmen. Sizin yapacak işleriniz vardır.”
“Asla. Asla beni meşgul etmezsiniz, Hilal.”
Ona ilk ismiyle seslenmişti. İşin gülünç kısmı, kendisi de en az Hilal kadar şaşırmış görünüyordu. Elbette bu zamanda gençler aralarında çok daha laubali, gevşek ve resmiyetten uzak bir üslup döndürüyorlardı ancak henüz yeni tanıştığı birisinin ilk ismi ile ona hitap etmesi… Daha doğrusu bu kişinin Teğmen Papadopoulos, Leonidas, olması…
“Laubaliliğimi bağışlayın lütfen. Öyle bir anda söyleyiverdim isminizi.”
“Rica ederim, bir önemi yok.”
“Bir müşkülünüz, bir ihtiyacınız olursa ben buradayım. Ben olmasam dahi dışarıdaki askerlere Teğmen Yorgo Galanis’i sorun. Yakın arkadaşımdır, size yardımcı olacaktır.”
“Teşekkür etmekten başka bir şey yapamıyorum sanırım bugün. Minnettarım, Teğmen. Ve annem de öyle.”
Bir süre, gözlerinin kısa bir süre öncesine kadar birbirine yabancı olduğu bu iki insan birbirlerine baktı. Bu kısacık zamanda ise yalnızca gözleri değil, adeta kalpleri de tanış hale geliyordu sanki. En azından Hilal’in yaşadığı bu pırpır hissi buna işaretti. Teğmenin gözlerine biraz fazla uzun baktığını fark eden kız bir anda toparlanma ihtiyacı hissetti. Ellerini birleştirerek, “Ben artık gideyim. Birazdan ders başlayacak. İyi günler diliyorum size, Teğmen.”
Adam gülümseyerek başını salladı, “İyi günler, Küçük Hanım.”
Tam arkasını dönüp beş adım atmıştı ki, heyecanlı bir ses: “Hilal!” diye seslenince durdu, ona seslenen Teğmen’e baktı. Teğmen yine kendi ağzından çıkanlara şaşırmış görünüyordu. “Hanım… Şey, Hilal Hanım,” diye tamamladı yeniden. Hilal ile aralarındaki mesafeyi iki adımda kapatan teğmenin kemerli burnundan yanaklarına yayılan hafif bir kızarıklık peyda olmuştu. Gözleri kocaman olmuş genç adam yutkundu ve “Akşam Kordon’da yürümek ister misiniz? Benimle yani.”
Hilal şaşkınlığını gizleyebildiğini sanmıyordu o an. Akciğerlerinin olması gereken yerde sanki onlarca küçük kelebek kanat çırpıyormuş gibiydi. Ne diyeceğini bilemedi birkaç saniye, gözlerini kırpıştırdı. Elbette “o” şeklini almış dudaklarıyla küçük bir akvaryum balığına benzediğinin de farkında değildi. Karşısındaki adam bir kez daha yutkundu, bir cevap bekliyordu gergince. Hilal sesinin titrememesine çabalayarak “Bilmem ki, nasıl olur?” O an genç adamın gözlerinde ufak saadet pırıltıları peyda oldu. “Saat beşte sizi rıhtımda bekliyor olacağım.”
“Beşte okuldan çıkacağım. Beş buçukta gelmem sorun olur mu?”
“Ben yine de sizi beşte bekliyor olacağım.”
Hilal kızaran yanaklarını saklamak için gözlerini bir kez daha ayakkabılarının ucuna çevirdi. Sonradan aklına geldi şehrin sıkıyönetim kurallarına göre idare edildiği. Buna göre saat beşte dışarıda olmamaları gerekiyordu. Hem muhtemelen hiçbir yer de açık olmazdı o saatte. Kordon da eski şenlikli havasına sahip değildi zaten. Hala tacizde bulunan Alman ve İtalyan uçaklarına dazlak bir hedef olmayı göze alanlar, yani Kordon’da seyyar tezgâh bulunduran o emektar esnaf da beş olmadan tasını tarağını toplayıp gider olmuştu. Adamla hiç kimsenin olmadığı, artık neredeyse kuşların bile terk ettiği bir yerde -açık alan bile olsa- tek başına kalmak istiyor muydu? Ne kadar güvenliydi bu? Hem annesine ne diyecekti?
“Hala umut besleyen insanlar var. Korkmayanlar, çalışanlar ve olağan üstü şartlarda hala hayal kuranlar var.”
“Peki bu iyi bir şey mi? Umut… var mı?”
Gülümsedi adam. Başını öne eğdi. Birkaç saniye öylece durunca Hilal cevap vermeyeceğini düşünmeye başlamıştı. Sonra başını sallayarak kaldırdı genç adam ve kahverengi gözleri kızın mavi irislerinden ruhuna ışık saçarcasına konuştu: “Her zaman var.”
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Barbarları Beklerken
RomanceSelanik, Nisan 1941. Nazi Almanyası'nın işgal ettiği topraklarda hayatta kalmanın ne denli zor olduğunu artık biliyordu Hilal. Yiyecek bir lokma bulmak için sokaklarda insanların birbirlerini öldürdüğü, tek suçları Musevi, çingene veya zihinsel özür...