3. Bölüm: Tanrı'nın Antonius'u Bırakmasıdır

438 56 14
                                    

Ülke savunmasını paçavraya çevirdi rüzgâr bir gün.
Ertesi sabah şarkı söyledi alanların çevresinde proletarya,
ara sıra duyuldu bir yerlerden birkaç el silâh atımı.
Biçimlerin araştırmacısı uzandı kaldı evine doğru
yükselen dar basamaklarda
kaskatı ensesiyle. Bir kırmızı horoz, altın renkli bir kitle
yarım ay biçiminde eğilerek boğuk sesle vuruyordu
O'nun kafasına ve ötüp duruyordu.*

Yarısı sevdiği adama, eşine ait olan annesinin ruhunun o gittikten sonra tek başına devam etmekte zorlanmasını anlıyordu Hilal. Zira her insan, hele ki harp vakitlerinde ayakta durabilmek için ikinci bir insana ihtiyaç duyardı. Ve insanlar ikinci insanlarını kendileri seçerlerdi, Hilal'e göre. Azize Hanım için de o ikinci insan Cevdet Beydi işte. Burada onu suçlayacak bir durum yoktu, Hilal de anlıyordu annesini aslında. Babasının kaybı onu da başa çıkılamaz duygular içinde bırakıyor, hayatına devam etmesini neredeyse imkânsız hale getirecek gibi oluyordu. Ve bu duygularla, halle baş etmesini sağlayan tek şey ise pek çok zaman olduğu gibi mecburiyet olmuştu. Fıtratı uygun değildi Hilal'in, pes etmeye. Haksızlığa ise asla dayanamazdı deli fikirleri ve derinlerdeki serçe yüreği. Bu yüzdendi her gün sabahın kör karanlığında kalkıp karne sırasına girmesi, canını tehlikeye atarak hayatta kalmaya ve hayatta tutmaya çalışması annesini. Ve bir öğleden sonra kendisini bir zamanlar ait hissetmediği bir ülkenin gençlerinin kurduğu direniş hareketinin toplantısını dinlerken bulması da bu yüzdendi.

Yabancının fotoğrafını çektiği o gün eve geldiğinde annesine babasının bölüğünün Almanlar'ın eline geçtiğini ve muhtemelen Lanzendorf'a, Balkanlardaki savaş esirlerinin toplandığı kampa gönderildiğinin haberini verdi Hilal. Ne kadar zordu yirmisine varmamış bir kızın annesine babasının muhtemel ölüm haberini vermesi ve onu teskin etmek zorunda kalması. Azize Hanım fenalaşınca Hilal onu salondaki koltuğa yatırmıştı. Kepenkleri kapatılmış evlerinde günlerdir güneş görmüyordu Azize Hanım. Hilal ne denediyse dışarı çıkaramamıştı onu. Keşke eti bugün alabilseydim diye düşündü. İyice elden ayaktan kesilecekti böyle giderse Azize Hanım. Kaynattığı suyun içerisinde iki gün önce yolda bulduğu turuncun suyunu sıktı, zor günler için kilerin derinliğinde sakladığı ufak bal kavanozundan bir kaşığı da içine karıştırdı. Salona girdiğinde annesinin yattığı yerden doğrulmuş olduğunu görünce, elindekini sehpaya bırakıp annesinin omzuna elini koydu, "Anne uzanman lazım. Bir anda kalkma öyle. Hadi bak şunu da iç," diyerek hazırladığı içeceği uzattı. Azize Hanım günler sonra ilk defa kızının gözlerine baktı, günler sonra ilk defa kendine geliyor gibiydi. Bardağı aldı, aşağı bükülmüş dudakları titreyerek sıcak içeceği içti. Hilal son damlasını içtiğine emin olana kadar annesinin başında bekledi, sonrasında ise annesini alnından öpüp battaniyesini düzeltti ve derse yetişmesi gerektiğini söyleyerek yukarıya ders kitaplarını almaya koştu.

Okul olmasa ne yapardı bilmiyordu Hilal, dersler olmasa, aklını kurcalayacak meseleler olmasa ruhu ve bedeni ayakta nasıl dururdu tahayyül edemiyordu. Muhtemelen bu karanlık ve elim günlerin girdabına kapılır, boğulur giderdi. Ayakta kalmak için ikinci bir insana ihtiyaç duyduğu gibi bir meseleye de ihtiyaç duyuyordu, annesine, yemek yemeye muhtaç olduğu gibi düşünmeye ve üretmeye de muhtaçtı. Çantasını toplayıp odasından çıktı. Aldığı ekmeğin bir kısmını koparıp üzerine neredeyse tadı gelmeyecek kadar az (lakin yokluk vaktinde insan o tadı öyle bir alıyordu ki) tereyağı sürüp iki lokma ekmeği beş lokmaya böldü. Kaynattığı suyun içine attığı kekikleri çıkardı, yarım kalan limondan birazını süzdüğü çaya sıktı. Ekmeği ve çayı bitirdiğinde okula gitmek üzere kapıdan çıkmadan annesini son bir kez kontrol etti. Gözleri kapalıydı Azize Hanım'ın. Elleri karnının üzerinde birleşmiş, sırt üstü yatarken bir sarkofagusun* üstündeki kabartma heykelleri andırıyordu. Şefkatle baktı annesine Hilal ve sokağa adımını attı. Güneş iyice yükselmişti. Mavi gökyüzü her zaman motive ederdi onu, umut aşılardı. Savaştan önce de böyleydi, şimdi de.

Barbarları BeklerkenHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin