"Selanik'te pek Türk aile kalmamış, hepsi göçmüş geçen yirmi yılda. Ailen neden burada kalmış?"
Ağır ağır, batan güneşin gökyüzüne her birkaç dakikada bir yeni bir renk eklemesine temaşa ederek yürüyorlardı deniz kenarında. Olağan bir heyecan duyduğunun farkındaydı Hilal, kafasını kurcalayan kalbinde hissettiği bu rahatlıktı. Belki de harp insanların kalplerindeki perdeyi aralamalarına yardımcı oluyordu. Biri diğerini adeta spot ışığının altındaymış gibi, tüm kusurları ve meziyetleri ile görebiliyordu belki de. O sabah bombardımanında Hilal'i binanın içine çeken ellerdi belki onu rahatlatan veya babası hakkında hiçbir zorunluluğunun olmamasına rağmen annesine ve ona getirdiği havadisti. Çekip ona verdiği fotoğraf da olabilirdi.
Sımsıcak bakan ve yüzünü ısıtan gözleri de.
Toyluktan olsa gerek garipsedi bu duyguyu, birazcık içine çekildi.
"Babamın babası da hekimmiş. Ve onun babası da. Yıllardır buralarda hep Hekimbey sülalesi diye bilirlermiş bizi. Hatta büyük dedem bu soy ismini yazdırmak istemiş kayıtta ama mani olmuşlar. O da kendi ismini vermiş, Yusufoğlu diye. Büyük babaannem de Yanya'da meşhur bir Yunan hekimin kızıymış. Dedem talebesiymiş Büyük dedenin. O vakit tanışmışlar, aşık olmuşlar. Araya savaş girmiş, göç girmiş ama bir yolunu bulup evlenmişler. Burada kök salınca ve önemli iki ailenin soyundan gelince babamın da hekimliğinden istifade ettiklerinden mütevellit kalmasına izin vermişler." Bir anda ne kadar çok konuştuğunun farkında vardı. "Kusura bakmayın, çenem düşüktür biraz. Bazen yani. Her zaman değil." Oh pek iyi pek iyi, şimdi de heyecandan saçmalamaya başlamıştı. Büyük dedesiyle büyük babaannesinden bahsetmenin ne alemi vardı şimdi! Sustu. Yandan bir bakış attığı genç adamı gülümserken görünce neye böyle tebessüm ettiğini merak etti. Ne de güzel gülüyordu! İnsana huzur veren bir siması ve tebessümü vardı. Birkaç saniyeden uzun bir süredir genç adamı izlediğini ve bu süreçte onun gözlerinin de kendi yüzünü seyrettiğini fark edince başını hemen denizden yana çevirdi. Geç kalmıştı tabii. Genç adam kızın günbatımında hafifçe leylak rengine dönen gözlerindeki merak ve ilgi dolu pırıltıları çoktan görmüştü.
"Hikayeleri, bahsinizin kısalığına rağmen çok ilham verici."
"Öyle mi? Nedir ilginizi çeken?"
"Bence..." duraksadı genç adam. Denizden tarafa doğru dönüp ellerini ince ceketinin cebine soktu ve bahar havasının ehlileştirdiği dalgaları seyretti kısa bir müddet. "Bilmiyorum, zorluklarla çarpışıp yine de sevdiğinden ödün vermemek... Boyun eğmemek... Çok onurlu bir davranış değil mi sizce de? Fedakârlık belki de bu sezdiğim. Siz söylemeden dahi düşünebiliyorum birbirleri için ne sıkıntılara göğüs gerdiklerini."
"Büyük dedemin dört karısı olduğunu söylemiş miydim?"
Genç adamın gözleri bir anda büyüdü, kaşları büzüldü. Yüzünün aldığı absürt hale gülmemek için dudağını ısırdı Hilal. "Ben, şey..."
"Şaka yapıyorum!" deyip küçük kahkahalara boğuldu Hilal. Elini ağzının üzerine kapatarak, gözleri kısılmış halde gülüyordu. Genç adamın, dedesinin dört karısı olduğunu duyduğu zamanki haline gülüyordu önce, sonrasında ise dağılan utancın ve yerine yerleşen o muzip pırıltılara. "Yüzünüzün... o hali... ay..." Nefes almaya çalıştı.
"Tebrik ederim Küçük Hanım, ilk olarak siz beni tongaya düşürdünüz."
"Ama öylesine... yani yapılmayacak gibi değildi. Bir fırsat..."
"Pekâlâ, birinci devri kazandın. Benim sıram da gelecek, unutma." Genç adamın gözleri hakikaten de yaramazlık -asla münasebetsiz bir yanı yoktu o bakışın- ve sıcak, parlak bir buğuyla bakıyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Barbarları Beklerken
RomanceSelanik, Nisan 1941. Nazi Almanyası'nın işgal ettiği topraklarda hayatta kalmanın ne denli zor olduğunu artık biliyordu Hilal. Yiyecek bir lokma bulmak için sokaklarda insanların birbirlerini öldürdüğü, tek suçları Musevi, çingene veya zihinsel özür...