Ölüm. Bir kısım insanlar için kavuşma günü. Mevlana "Düğün Günü" olarak isimlendirmiş. Bazılarımız için ise bilinmezliğin en koyusu. Hazır olmayanlar için korkuların en büyüğü. Burnumuzun dibindeki ve kaçınılmaz son. Ne zaman geleceği, bizi nasıl bulacağı belli değil. Hakkında bilinen yegane şey herkesin bir gün tecrübe edecek olması.
Bugün ölüme en yakın olduğum anlardan ikincisiydi. İlk sefer bir aptallık yapıp kendi canıma kıymaya çalıştığım andı. O sırada kendimi izlememiştim. Nasıl göründüğümü bilmiyorum. Bugünse birinin can verişini izledim. Ruhunu teslim ederken nasıl zorlandığını, elleri ve ayakları buz keserken sırtından soğuk terler dökmesini, anlamsız mırıltılarını, boş bakan gözlerini ve içine çökmüş yanaklarını izledim. Nasıl hissettiğini düşündüm. Empati kurmaya çalıştım ama başaramadım. Sanırım insanın sadece kendisi yaşarken öğrenebileceği sayılı şeylerden biri bu.
Ölümden sonra hayat var mı? Öldükten sonra ruhumuz nerede olacak? Bir anda nefes almayı tamamen kesmek bizi nasıl etkileyecek? Düşünmeyi bırakacak mıyız? Çoğu insanın yaşadığımızdan dahi haberi olmadan ölmemiz haksızlık değil mi? Bunlar benim kafamdaki sorulardan birkaçı. Bunun gibi binlerce soru vardır ve neredeyse tamamının cevabı yok. İnsanların yapacağı birşey de yok. Toprak olup gideceğiz. Güneş ve yıldızlar bizim için sonsuza dek sönecek. Daimi bir karanlığa hapsolmuş olacağız ve ben karanlıktan hoşlanmam.
Şimdi çoktan defnedilmiştir. Toprağın altını düşünmek kafama keskin bir ağrı saplıyor. Korkuyorum. Yaşımız ilerledikçe korkularımızın sebepleri ve boyutları değişiyor. Ben korkuyorum hemde bunu gizleme gereği duymadan korkuyorum. Gözlerimi kapatsam onu görecekmişim gibi oluyorum. O yüzden gözlerimi olabildiğince az kırpıyorum. Uyumaya korkuyorum. Ne ironidir ki baş ağrım, gözlerimin sızısı ve içimdeki sıkıntı uyursam geçer, biliyorum. Uyku yok bu gece. Yalnızlığımda hiç yardımcı olmuyor. Güvende hissetmiyorum. Sadece kahvemin sıcaklığı ve kokusu var. Onlarda beni koruyamaz değil mi?