tavandaki nereden geldiğini hiçbir zaman çözemediğim, ölü hayaller tutan kurşun kalem izleri, yukarıdan asılı kumaştan kuşlar, dikkatsizce yandaki duvara bantlanmış birkaç kağıt. gece pencereyi açık unuttuğum için boynum tutulmuş. üzerimde ne olduğunu anlamak için çok uykulu olduğum bir ağırlık var; ufalanıyorum.
ruhumun en derin katmanlarına kadar inandığım ve benimsediğim sisyphus'un rutininin gerçekçilikten uzaklığını fark etmem üzerine bunu anlamlandırmaya çalışmaktayım. ancak bunu yapmak için fazla ufak, zayıf hissetmekten geri kalmayan bilincim beni geride tutuyor, yalnızca içime çöken huzursuzlukla oturuyor ve bu çirkin sabahta beni uyandıran karın ağrımın yaşama anlam veremediğimden kaynaklanıp kaynaklanmadığını düşünüyorum.
perdeyi açıp yüzümü ışıkla yıkarken bu ışığın görüşümdeki karanlığı değiştiremediğini farketmem uzun sürmüyor.
bedenim içimdekileri kaldıramıyor, havada çözünüyor gibi hissediyorum; moleküllerim atomlarına ayrılıyorlar. dedim ya,
u
fa
la
nı
yo
rum.
yukarı devrilmiş camdan dışarı süzülüyor; sevimsiz kahverengi havayla bir oluyorum. rüzgar beni götürmesi gerekirken yüzüme yüzüme esiyor, kendimden kaçışlarımın ne kadar anlamsız olduğunu hatırlatıyor bana. üzerimdeki varlığının yeni farkına vardığım, annemin yıkanmaktan incecik kalmış vişne çürüğü kazağının içinde ürperiyorum; kendiminkiler çok daha kalın ama koşulsuz sevginin belli belirsiz kokusu beni ısıtmasa da rahatlatıyor, kazağın kollarını çekiştiriyorum.banyonun loş ışığında baktığım yüz çok da çirkin değil ama kesinlikle rahatsız edici biçimde tuhaf; boyası akmış saçlar ve çatlamış dudaklar yıllardır görülmemiş, giderek de yıpranmış bir portreyi andırıyor.
gördüğüm bu çehre bana bir yabancıdan daha da uzak. peki ne zaman kendimi bu denli soyutladım? sadece sürekli bozuk bir makine gibi kendi yarattığı buharlarda boğulan bilincim, boşluk ve bunalımla ne yaptığını bildiğine inanmadığım bilinçaltım ve ben varız. fiziksel halime "ben" demek bana garip geliyor; üç farklı oluşum aynı ortamı paylaşıyorlar ve metafizik fiziksellikten daha "elle tutulur" hale geldiğinden yaşayıp yaşamadığımdan bile emin olamıyorum. baktığım yüz bir yabancı, ve varoluşumu geçerli kılan her şey an itibariyle çözünmeye devam ediyor. bir bedenden bağımsız düşünceler karmaşası geçerli bir varoluş sayılır mı?
zamanın akışı etrafımda vızıldıyor; bir süre sonra tekerrür eden her şey gibi ona karşı da hissizleşiyorum.
hissizleşmeme rağmen varlığını sürdüren, nasıl tanımlayacağımı bilmediğim bir oluşum içinde yüzüyorum. tekrarlar ve tekerrürler, sıkıntılar ve sıkılmalar, bunalımlar ve buhranlar, farklılaşamamalar ve farksızlıklar aklımdan geçiyor; ilerleyen saniyede hangisi daha yerinde ise onu benimsiyorum, gerçi hangisi olduğunu bilmiyorum, ama biliyormuş gibi davranabilirim.
fizikselden, hatta metafizikten bile kopmak üzere olup savrulan, incecik bir iplikten ibaret olan, "varlık" dersem bile abartacağım ancak yerine başka bir kavram bulamayacağım yaşayış hali devam etmeyi hak eder mi? sisyphus inadına, ama daha çok başka bir şansı olmadığı için devam etmişti. ama o, varlığından emindi ve tatsız da olsa bunu benimseyebilmişti; varlık kavramım yok olurken aynı şeyi sürdürmeye çalışmam faydasız değerlendirilemez mi?
sanatsal olabilir, eteklerime taşlar bağlayabilir veya kafamı bir fırına sokabilirim belki; ama fiziksel varlığı sona erdirmek, ondan bu denli uzaklaşmış bilinci de yok eder mi, artık bilememekte, bilsem de bunu sorgulamaktayım. üstünde isteksizce gezineceği bir beden de kalmadığı için yunan trajedilerinde insanlara musallat olan ruhlardan biri olmak istemiyorum, bu da demek ki sahte sanatsallığın da bir sınırı var. kısılmış gözlerimi kırpmadan bedenimle bakışıyor, bir şekilde onun içine girmeye, eski bütünlüğüme dokunabilmeye çalışıyorum. soğuk taşta üşüyen ayaklarım olmasa, yarattığım bu ayrılık kaosunda yok olacak, sonsuza dek bu aynanın önünde dikileceğim, biliyorum.
ruhumun bıraktığı boşluğu doldurmaya çalışmadım değil: kusana kadar yemek yedim, başım ağrıyana kadar uyudum, içime dolar umuduyla sağnak yağmurun altında bekledim, baştan aşağı ıslandım. ama bu noksanlık yalnız ve yalnız zaten var olan, uzaklaşmış benlik algısıyla dolabilir; bunu biliyor ve gerçekleşeceğine inanmadığımdan ne yapmam gerektiğini bilemiyorum. şu ana kadar gerçekleşmeyen mucizeler şimdi de gerçekleşemeyecek, yüzümü bu sefer suyla yıkamaktan başka yapacak bir şeyim yok; boşluk geçici olarak dolabiliyor, sadece anlamsız günlük hareketler ve gereksiz telaş gerekli. akşam çöktüğünde hepsi yine buharlaşacağından telaşlanmakla kendimi yormuyorum bile.
galiba geç kaldım. ya da günü yaşayıp eve geri mi döndüm? tek bildiğim şey kanser rengi mor duvar, ve önündeki aynada baktığım yüz; zaman ve hacim artık birbirine dolandı, çözmeye tenezzül edemiyorum. abartı olduğunu düşünsem, süreli şikayet etsem ve farklı olduğumu söylesem de sisyphus'tan farkım yok. sadece devam ediyorum. başka bir seçenek yok; bu ilerleyişin de bir seçenek olduğundan pek emin değilim gerçi.
şu anda, artık geçici eylemleri bile istemediğim gerçeğinin farkındalığına eriştim. aynadaki yüze bakmaya devam edeceğim.