Her şey iki ay içinde gerçekleşti.
Kalbimin yeniden çarpmaya başlaması, ağrıması, bin bir parçaya ayrılması ve yok olması yalnızca altmış iki gün sürdü.
Soğuk bir bahar gecesi, kol saatimi evde unuttuğum için saate bakmadığım halde oldukça geç olduğunu bildiğim bir vakitte, bulmuştum belamı.
Caddenin sonundan karşıya geçtikten sonra sola dönünce karşıma çıkan rampadan aşağı dümdüz inerken, sol cephede kalan ve yarısına kadar inik olan bir kepengin ardından yükselen müziği duyduktan hemen sonra.
Bir, belki iki, belki sonsuz dakika sonra içeriye bakıp neler döndüğünü anladığım takdirde bana uygun olmadığını bile bile beklememeliydim orada. O beyaz, yarısına kadar inik o kepengin önünde...
Onun çatık kaşlarına bir gölge misali sokulan koyu renk gözaltlarını görmemeliydim. Dövmelerle kaplı kollarının masanın üzerine tozu dökerken düştüğü telaşı görmemeliydim. İki yana açık gömleğinin yaka cebine giren sigaraları, etrafında tıpkı onun gibi dikilen ve ucuz içkilerini yudumlayan insanları, uzun ve nice zaman sonra öpmeden duramayacağım narin boynunu, kuruyan dudaklarını diliyle ıslatışını ve o kısacık mesafede bana değen gözlerini görmemeliydim. Gözlerindeki o dehşeti, acıyı ve aynı zamanda tereddütü, irislerinde konaklayan yorgunluk ve yaramazlığı, zıtlığı en çok kendine yakıştıran bakışlarını görmemeliydim.
Görüp de, şu üzerinde iki büklüm durduğum rampadan aşağı yuvarlanıyormuş gibi hissetmemeliydim.
Ve onun da, kafasını çevirip işine dönmesi gerekirdi. Bana doğru yürüyüp kepengi güçlü kollarıyla kaldırması ve beni içeri davet etmesi değil.
Onu dinleyerek içeri girmek, benim hatamdı. Onun hayatıma girmesine izin vermek, kirli avuçlarına ellerimi uzatmak, tüm o sert imajına rağmen yumuşacık kokusuna kol kanat germek, onu benim yapmak benim hatamdı.
Bu yüzdendir ya, fısıldadım ona her gece. Benden çok uzakta da olsa, saçları burnuma temas edecek kadar yakınımda da olsa, onun uyuduğunu bildiğim saatlerde uykusuzluğumu kabullene kabullene fısıldadım.
O hiç bilmedi, fakat ben de hiç unutmadım.
Başından beri bir mezarı çıplak elleriyle kazan en büyük sızım, son sızım olmamalıydı belki de. İzin vermemeliydim böylesi bir acıya ve dokunmamalıydım hiç avuç içlerine.
Yine de fısıldadım ellerine bakarak. En sevdiğim yerine, yumuşak tenine dokunarak...
"Sen," Dedim içli içli. Derin nefesleri boynumun en hassas noktasına çarpıyordu.
"Sen bilmiyorsun, Jungkook." Hiç bilecek miydi ki?
"Bir mezarın içine düştüm, senin avuç içlerin toprak kokarken." Saçlarına usulcana bir öpücük kondurdum.
Geceler geldi gitti, üstünden çok gündüzler geçti, fakat son sızım kalbimi hiç terk etmedi. Son sızım, toprak kokusundan hiç vazgeçmedi.
İki ay bitti, hikaye sona erdi.
Yine de fısıldadım vazgeçmeden.
O hiç bilmedi, fakat ben de hiç unutmadım.
"O mezarı sen kazdın, bilmeden."
*
dikkat;
bu kitap fazlasıyla bunalım, acı, gözyaşı barındırır. beş bölümlük kısa bir hikayedir.herkese merhabaaa,
ne cesaretle buradayım bilmiyorum. sanırım biraz melankoliye ihtiyacım var.
apego bitene kadar ilk bölüm gelmeyecek, prolog burada dursun dedim.
çok sevmeniz ve bolca sevgi göstermeniz dileğiyle.
ilk bölümde görüşmek üzere, öpüldünüz.
-alba.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
icarus ¦ jikook
Fanfiction"Bir mezarın içine düştüm, senin avuç içlerin toprak kokarken." 05.02.19/17.07.19