IV

3.1K 43 10
                                    

  — Bir gün daha acele edemez miydin kızım? Merhum, vefatından üç dörtsaat evvel kendini kaybetti. Bir daha açılamadı... O zaman bile "Zehra...Zehra..." diye inlemeye devam ediyordu... Bizimki "Zavallı adam ıstırapçekiyor... Can veremiyor... Kızının bir şeyini bulup versek de ferah ferah ruhunuteslim etse..." dedi. 

Sandığını açtık... eşyalarını karıştırdık... Elimize bir kurdele geçti... "İhtimalZehra Hanımındır..." dedik. Bizimki "Mürşit Efendi, bak kızının kurdelesinibulup getirdik... Kokla ferahlarsın" diye kulağına bağırdı... Kurdeleyi yüzünekoyduk. Benim, böyle şeylere pek itikatım yoktur ama adamcağız, âdetasakinledi... Biraz sonra soluğu kesildi. Ölürken sıkıntı çekmedi kızım.Maamafih, keşke bir gün daha acele edeydin... 

Eyüpsultan'ın harap bir mahallesinden geçiyorlardı. Vehbi Efendi, inmeliayağını güçlükle sürüyor, ikide bir bastonuna dayanarak duruyor Zehra, elindeküçük valizle onu takibediyordu; çehresi çatkın, gözleri karanlık, tek bir kelimesöylemiyordu.

  Bu Vehbi Efendi yetmiş yaşlarında emekli bir tabur kâtibi idi. Kendiyaşındaki karısiyle beraber Eyüpsultan'da eski bir evde oturuyordu. VehbiEfendi'nin Mürşit Efendi ile uzaktan uzağa akrabalığı vardı. Zehra'yı İstanbulaçağıran o idi. 

Zehra, Eyüpsultan iskelesinde Vehbi Efendi'nin evini nasıl arayacağınıdüşünürken onunla karşı karşıya gelmişti. 

Akşamdı. İhtiyar adam, onu dar, karanlık, yokuşlu sokaklardan evinegötürürken mütemadiyen anlatıyordu: 

— Senelerden beri ne görmüş, ne de haber almıştım. İki hafta evvel Vefa'daoturan bir eski ahbabı ziyaretten dönüyordum. Zeyrek yokuşundan inerken birköşe başında ona tesadüf ettim. Başı açık, ayakları çıplaktı... En sefil meczupdilencilerde bile bu kıyafet yoktur... Vücudu iskelet haline gelmiş, saçındasakalında bir tek siyah tel kalmamıştı. Yanına yaklaştım... "Mürşit, sen misin?Bu ne hal?" dedim. Beni tanıdı... İşitilmeyecek kadar yavaş bir sesle: "Hastayım,sesim çıkmıyor..." dedi. Lâkin söylerken tıkanıyor, göğsü hırlıyordu. 

"Ettiğini beğeniyor musun? Nihayet kendini şu hale koydun ya!" dedim.Yüzüme baktı: "Beni rahat bırak, yoluna git" dedi. Ayrıldım, yürümeyebaşladım. Fakat ayaklarım geri geri gidiyordu. Onu bu halde, yol üstündebırakmaya bir türlü gönlüm razı olmuyordu. Akraba değil ya yedi kat el olsainsan, bu vaziyette bir biçareyi çiğneyip geçemiyor... 

Vehbi Efendi, Zehra'nın bu sözleri kendisine bir târiz zannetmesinden korktu:

 — İhtiyarlık, hanım kızım, dedi. İnsan ihtiyarlayınca sinirleri gevşiyor, varayoğa acıyor. Her neyse, döndüm. Mürşit Efendi'yi kolundan tuttum, evegetirdim. Zaten birkaç günlük ömrü kaldığı besbelliydi. "Bari sokakta ölmesin"dedim. Ben de, bizimki de fakir insanlarız... Hacca gidecek zekât verecekhalimiz yok ya... "Bari, bu kadarcık bir sevap yapalım!" dedik. 

Vehbi Efendi, eve gelinceye kadar mütemadiyen söyledi; Zehra'ya, babasınınhastalığını ve ölümünü bütün teferruatıyle anlattı. 

Muallim, cevap vermeden dinliyor; sade, arasıra başını sallıyordu. 

Cenazeyi kaldırmak için kızının gelmesini beklemişlerdi.  

Vehbi Efendi, Zehra'yı cumbalarının kafesleri dökülmüş harap bir eve soktu.Küf ve rutubet kokan toprak bir avludan geçirdi, basık tavanlı bir sofaya çıkardı.Burada başörtülü iki ihtiyar kadın vardı. Biri Vehbi Efendi'nin ihtiyar karısı,öteki cenazeyi beklemeye gelmiş bir komşu...

 Kadınlar, mükedder bir çehre ile Zehra'yı karşıladılar. Vehbi Efendi'ninkarısı, muallimin omuzlarını okşadı, elinden valizini aldı, etraftan işitilmesindenkorkuyor gibi gayet yavaş bir sesle:     

AcımakHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin