Merhaba Arkadaşlar Ben Zeynep. Yeni bir hikayeye başladım umarım desteklersiniz. Olumlu, olumsuz tüm eleştirilerinizi bekliyorum.
Multimedia da Aslı'nın ağlama sahnesi, temsili.
“Olay bu ha gideri varsa kapalım. İç görünüş pek önemli değil?” Ahmet’e samimi bir şekilde soruyu sormuş olmam onu alaycılıktan çıkarmıştı.
“19 yaşındayım ne bekliyorsun ki tamamen bağlanıp yıllar sonra evlenmek mi? Bak tamam, bu illaki olacak bir şey ama şimdilik istemiyorum hem zaten onlarda çok takıyor değiller. Anlarsın ya.” Evet, çok anlarım ya. Telefonundan gelen sesle irkilsem de mesaj sesi olduğunu kavrayınca iç çektim.
“Aha ayrılık mesajını atmış bile.”
“Ne?” Halbuki şu gideri olan kızla bugün buluşmuştu. “Üzgün müsün yani şimdi tesel-“
“Neden üzgün olayım buluştuk, öptüm falan. İşime yaradı.” Dedikleri yüzümde bir buruşturmaya neden olmuştu ama gururunun incindiğini görebildim Ahmet masadan kalkarken. Masanın üstüne gelecek hesaptan fazla bir miktar bıraktığında itiraz etmedim çünkü geçer sefer bunu yaptığımda bir su bardağı suyu üzerime dökmüştü. Aptal.
“Kendi başına gidebilirsin değil mi?” Yarım yamalak kafamı salladığımda yanağımdan makas aldı ve bende gidişini izledim.
Ahmet bu zamana kadar bir erkekle dostluk çerçevesinde muhabbet kurduğum ilk arkadaşımdı. Hangi erkeğe dost kavramıyla yaklaşsam sonu “Sevgili olacaktım diye konuşuyordum seninle” rotasında ilerliyordu ve ben bunu fark ettiğimde anında konuşmayı kesiyordum. Sanırım suç bendeydi; nerede duracağımı bilmiyordum.
Garson önümdeki boş tatlı tabağını ve henüz bitirmemiş olduğum gazozumu almaya çalıştığında elimle eline dokunarak gazozu bırakmasını söyledim. Bu hareketim ters bakışlara maruz kalmama neden olsa da yaptığımdan memnundum, aptal.
Kafenin; İstanbul Boğaz’ını ve şuan mor renkte olan Boğaz Köprüsünü net görebildiğimiz bir manzarası vardı. Hafif esen yel saçlarımı uçuştursa da öyle rahatsız edecek şekilde değildi. Derin bir nefes aldım. Öyle güzeldi ki.
Birçok şair İstanbul adına şiirler yazmış birçok müzisyen de İstanbul’u seslendirmişti. Taşı toprağı altın değerinde denilen bu şehrin ilçesine bile bir kitap yazılmıştı. “Beyoğlu Rapsodisi- Ahmet Ümit”. Bir grup arkadaşın hayat hikayesini anlatan bu kitabı hala bitirememiştim ama ne demişti yazar: “Çok kollu, çok dallı büyük bir ırmağa benzeyen bu muhteşem yer, cami hocası, papazı, hahamı, fahişesi, pezevengi, alevi dedesi, bankacısı, işportacısı, öğrencisi, tinercisi, dönercisi, evsizi, midye satıcısı, karası, beyazı, kim varsa hepsini sorgusuz sualsiz kucaklamıştı.” Korkutucu gelebilirdi insanın gözüne fakat alışırsanız bırakamayacağınız bir şehirdi, büyüktü, görkemliydi.
Telefonum arayan kişiye özel bir müzikle çalmaya başladığında acele ederek telefonu cebimden çıkarmaya çalıştım. Acil bir durum olmaması için dua ediyordum zira şu an hiç iş başında olacak halim yoktu.
“Efendim?”
“Nasılsın suratsız?” Hilmi’ye çaktırmadan derin nefes verip rahatladım, sıkıntı yoktu.
“İyidir. Bir şey mi oldu?”
“Buraya gelsen iyi olur bir haberim var. Sevineceğin türden değil.” Ne zaman sevineceğim bir haber alıyordum ki zaten.
“Bir araba yollasana adresi mesaj atarım. Akşamın bu vaktinde otobüs çekecek halim yok.” Anında sıraladığım cümlelerden sonra cevap vermesini beklemeden kapattım. Bir yıl boyunca birbirimize böyle alışmıştık; sıkıntı yoktu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
KAÇIŞ
Teen FictionKaçış, Belki bir kaş çatış. Belki bir can yakış. Ya da sadece bir aldanış.