Hoşgeldin Eylül...
Artık yağmur yadırganmayacak.
Ne kadar ıslatırsan ıslat,
Yakışacak...
Bileğimi bir jilet darbesiyle kesip, beni hayata bağlayan damara zarar verip,bu dünyadan sessiz sedasız ayrılmayı çok isterdim. Yaşamın boğucu getirileri arasında ezilmek, beni bir hayli mahvediyordu. İnsanlar ne yapmam gerektiğini,bir kadın olduğum için nasıl üslûplu olmamı söyledikçe ben,bir jilet darbesiyle tüm bunlara son vermek için çırpınıyordum.
Tüm bunları yapan ailemdi. Beni dünyaya getiren ve bu dünyayı bana zehir eden.
Boğucu sıcaklıktaki evimden uzaklaşmak için kapıyı çarptım.Saat henüz akşamın sekizi idi. Gene babam sorun çıkarmış ve ben gene her düşüncemi içime atmıştım. Ama aslında ben ona olan düşüncelerimi yazıyordum, o okur belki günün birinde diye, sürekli ona yazıyorum.
Aslında babam ona yazdıklarımı,ancak ben ölünce okuyabilirdi. Onun karşıma geçip "Sen şımarık bir kız çocuğu oldun! Elimizden geleni yapıyoruz, ama sen şerefsizsin! Anlamazsın!" Nidalarini çekmek istemiyordum.
Dalgın dalgın yürürken, oturduğum semtin, şehrin en belalı semtlerinden biri olduğunun bilincindeydim. Aksi halde, ben şuan çoktan bu semtin belalı ve kızlara gore havalı çocuklarından birinin altına girmiştim.
Telefonum belki de bininci kez titrediğinde, arayan kişiye baktım. Annemdi. Babam yine hatalarını toparlamak için annemi araya sokmuştu. Aslında hata yaptığını kabullenmiyor, aksi takdirde doğru davrandığını düşünüyordu. Ama şuanda annemin vicdan muhasebesini dinleyecek halde değildim. Onların aslında istemediği, asla onların dediğini yapmayan bir kız çocuğuydum sadece.
Sokağın sonunda serserileri görünce duraksadım. Bu sokaktan asla yalnız geçmezdim. Ya babam olurdu yanımda, ya da arkadaşlarımdan biri. Sanki benim onlara baktığımı anlamış gibi bir çift göz bana döndü. Menekşe rengindeki gözün sahibine baktığımda sanki buraya ait değilmiş gibi bir görüntü sergilemişti.
Gözlerime bakıp, geri çektiğinde kendimi bir an boşlukta gibi hissettim. Bu boşluk beni esir alırken, onların yanından sessiz sedasız geçmeyi düşündüm. İnsanların hayatında sessiz sedasız bir kız olmaya alışmıştım. İçimde fırtınalar kopsa bile insanlara bir şeyler anlatmamayı başarmıştım bugüne dek. İçimdeki afilli fırtınalar gün yüzüne tekrar çıksa da, dışımda boş gözlerle insanları incelerdim. En ince ayrıntılarına kadar. Özellikle insanların çehrelerini ezberledim. Ya da hafıza çok iyiydi.
Yanlarından sessizce geçip gitmiştim o grubun. Normalde laf atmadan bırakmadıklarını biliyordum. Ama her ne olduysa aralarında beni umursamamışlardı. Bu iyiydi, gösterişli bir insan değildim. Beni fark etmemeleri gayet doğaldı. Belki de fark edecekleri kadar güzel bir kız da değildim. Güzel olmamam ilk kez işime yaramıştı.
Sevgisizliğin ağır yükü altında ezilirken, bir yandan da aslında yalnızlığın ne kadar güzel olduğunu düşünüyordum. Elbette arkadaş çevrem vardı ama kimseye güvenmezdim, Merve dışında.
Serseriler dışında kimsenin uğramadığı, her gün ayrı olay yaşandığı bir parktı burası. Menekşe Parkı. Sigaramı yakarken bir yandan da yerde cam parçası arıyordum. Her acı çektiğimde unutmamak adına bedenime bir kesik atıyordum. Deli gibi göründüğümü biliyordum ve psikolojik olarak sağlığım yerinde değildi. Bunu da biliyordum.
Damarıma tek kesik atıp, boydan boya bileğimi kesebilirdim. Hem damarı boydan boya kesince dikiş de tutmazdı. Bunu biliyordum ama benim sorunum bileğimde değildi. Benim sorunum en derinlerimdeydi, en içimdeydi. İçindekileri dışa vurmadan ölmek, yanlıştı.
Vücudumun görünmeyen yerine bir kesik daha atarken duraksadım. İlk kez izleniyormuş gibi hissettim. Başımı kaldırdığımda duraksadım, menekşe rengi gözlerinin sahibiyle bugün ikinci kez bakışmamızdı.
Gözleri elimdeki cama kayınca hayatımda ilk kez yanlış yaptığımı düşündüm. Cam elimden kayarken ben ne kadar çok sayıda yanlış yaptığımı düşünmeye başladım. Hayır, dedim kendi kendime. Sen yanlış yapmıyorsun, insanlar yanlış yapıyor. Seni de bu harekete zorluyor.
Menekşe göz renginin sahibine bakışlarımı çevirdiğimde gözleri donuklaştı. Bileğimden kayıp avuçlarıma ve ordan da yere giden kanı görünce gözlerimi hızla kapadım. Acı... Bu duyguyu seviyordum. Yaşadıklarımın ne kadar gerçekçi olduğunu aynı zamanda da unutmamamı sağlayan tek şey buydu.
Burnuma dolan erkeksi kokuyla gözlerimi yavaşça aralarken içime dolan huzuru anlamaya çalıştım. Hayır, dedim kendime. Huzurlu hissetmemi sağlayan tek şey ölüme bir jilet darbesi kadar yakın olmam. Ölümün huzurlu kollarını sevmemin nedeni de bu. Ölmek, yaşamaktan çok çok daha kolay. Aynı zamanda huzurlu. Bu yüzden bu yoldayım ben.
"Kendini öldürmek miydi niyetin? " bu sözle hızla gözlerimi, menekşe rengindeki gözlerin sahibine çevirdim. Gerçekten konuşmayacağına emindim. Sonuçta kim mazoşist ve Ruh hastası bi kızın yanına gelip bu soruyu sormaya çalışırdı?
" Evet. " hırıltılı çıkan sesim, kendimin ne kadar da aciz olduğumu gösteriyordu. Aciz. Dedim kendime tekrar. Acizsin sen. Kendi acılarını unutmamak için vücuduna zarar veren aciz.
" Ölünce her şeyin geçeceğini mi sanıyorsun? Yanlış biliyorsun, insanlar seni iyi hatırlamıyorlar. İnsanlar seni kötü biliyorlar ve aciz. Aslında insanlar seni hatırlamıyorlar. "
Gözlerimi hızla akan kana çevirirken bu kez çok derin kestiğimi anladım. Ama bu yaradan daha derin yaralarım vardı benim yüreğimde. Artık acısını taşıyamayacağım yaralar. Ölüm bir insana huzurlu ve acısız gelebilir miydi? Ölümü bir insan ister miydi?
Ölümü ancak bir insan bu kadar çok isterdi.
Ve aynı zamanda ölüm, bir insana ancak bu kadar huzurlu gelebilirdi.
Ölüm bu kadar güzel kokar mıydı?
Göz kapaklarım ağırlaşınca burnuma dolan koku, ölümün kokusuydu. Bundan emindim. Çünkü huzur kokuyordu.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Afilli Fırtınalar
Teen FictionRuhundaki afilli fırtınaların kurbanı bir genç kız, O fırtınayı, kasırga yapacak genç adam. Ölüm huzur kokarken, Neden yaşamak istiyordu şimdi?