Boğuk ses uzaklaşırken ruhumdaki yaraları yeniden hissettim. Zaten ben hep hissederim, kimse fark etmese bile hep hissederim. Uzun bir yolun, telaşlı yolcusu gibiydim. Bir An önce uzun yolun bitmesini, gideceğim yere varmak istiyordum.
Ölümü koklamıştım. Ancak bu kadar güzel ve huzur kokabilirdi ölüm. Sevgiliye verilecek olan bir gül kadar taze ve o gülü verecek yeni yetme bir oğlan çocuğu kadar telaşlıydım.
Her gün farklı yalanlara maruz kalan, ölümü her gün iliklerine kadar hisseden ama asla ölmeyi beceremeyen bir kadındım ben yalnızca. Ölmeyi ancak bu kadar çok istiyor, aynı zamanda içimde bitmek bilmeyen duygularımı kimse bilmeden de ölmek istemiyordum. İçimde az da olsa ukte kalmayacak ve ben ölüme, ancak o zaman bir arkadaşa gider gibi gidebilirim.
Gözlerimi hafiften araladığımda, ölümün kokusu burnuma tekrar dolmuştu. Bu huzurun ya da ölümün kokusu olmalıydı, çünkü bu koku içimde bir türlü adlandıramadığım, adlandırmayı da beceremediğim duyguya yol açıyordu.
Kafamı kaldırdığımda ismini henüz öğrenemediğim menekşe göz rengine sahip bir adam duruyordu karşımda. Hem çıkmaz sokakta hem de o parkta gördüğüm, bana deli gözü ile bakmayan bana hesap soran adamdı o. Ve bu koku da ona aitti. Ben onu koklamıştım.
"Ne kadar sürede baygınım? " diye sorarken, beni yatırdığı banktan yavaşça kalkmaya başladım.
" Çok uzun süre değil, merak etme. En fazla On dakika olmuştur. Bu süre içerisinde Merve ve annen aradılar. Ben de telefonunu açmadım ancak seni merak etmişe benziyorlar. "
Tamam, manasında kafamı sallarken, koluma yapılan pansumanı gördüm. Demek ki bunu kurtarıcım yapmıştı, beni yine kurtarmıştı.
"Teşekkür ederim, her şey için." bir yandan mırıldanırken, bir yandan da kalkmaya çalışıyordum. Hafif baş dönmesi olsa da bunu kimseye belli etmemekti niyetim. Evime gidecek, babamın her zamanki azarlarını yiyip, huzursuz uykuma teslim edecektim kendimi.
"Teşekkür ederim, " diye mırıldanırken onu arkamda bırakıp, parkın Kum ve tozlu yoluna ilerlemiştim bile. Baş dönmesi etkisini yavaş yavaş kaybederken, sağ kolumdan hızla çekildim. Bu ani harekete karşılık sendeledim ve benim kolumu çeken kişinin göğsüne çarptım. Burnuma huzur kokusu dolarken, aslında onun huzur koktuğunu anladım. Ölümün değil.
"Bunu kendine neden yapıyorsun? Neden kendine zarar veriyorsun? " göğsüm, göğsündeyken nefes alışverişim hızlanmıştı. Burnuma bir kez daha kokusu geldi. Bu kokuya karşı bağışıklık kazanmalıydım. Her duyduğumda neredeyse kendimden geçmem, kötüydü. Ve bu kokunun sahibi bir serseriydi. Annelerimizin her gece yatmadan önce okuduğu masallardaki beyaz atlı prensimiz değildi. Aksine, annemizin her gün uyardığı serserilerdendi.
"Acı çekiyorum. Ölümün huzurlu olduğunu biliyorum. Ama bu dünyadan gitmem için, yani ölümü tatmam için öncelikle insanlara ne hissettiğimi anlatmam lazım. Ama ölüm, kötü gibi görünse de ancak bu kadar güzel olabilir. " nefes nefese cümlemi bitirirken kokusunu Son kez içime çekip ondan uzaklaşmıştım. Kalbim o kokuyu tekrar duyumsamayı arzularken, aklım birisine bu kadar bağlı olmamam konusunda komutlar veriyordu.
Arkamı dönüp tekrar hızlı hızlı yürürken, konumdaki izi saklamak amaçlı hırkamın kollarını parmak uçlarıma kadar çektim. "Ulaş Aksoy." bu fısıldamayı duymamla Arkamı dönmüştüm. Yüzüne anlamadığımı belirten bir ifadeyle bakarken, o tekrar fısıldadı. "İsmim... İsmim; Ulaş Aksoy."
Önüme dönüp hızla yürümeye devam ederken, bu ismi daha önce nerde duyduğumu düşünüyordum. Merve'den duymuş olmalıydım. Başka hiç arkadaşım olmamasının yanında, kimse yanıma gelip benimle bir şey konuşmaya dahi tenezzül etmezdi.
Şaşalı apartmanımdan içeri girmeden evvel, dış kapıyı açmak üzere şifresini yazdım. Kapı, otomat sesiyle açılırken, kehribar rengindeki apartmanımıza adımımı atmıştım.
Sinirimin hafiften yatışırken, kahverengi Çelik kapının deliğine anahtarımı sokmayı başarmıştım. Saatin kaç olduğundan haberim yoktu. Babam sinirli mi, annem nasıl, Merve neden aradı, hiç birinin yanıtı yoktu.
Spor ayakkabılarımı elime alıp, evin içindeki ayakkabılığa yavaşça yerleştirdim. Ses çıkarmamaya çalışıyordum, kimsenin geldiğimden haberi olmasını istemiyordum. Büyük ihtimalle, kabak yine benim başıma patlayacaktı.
Arkası döner dönmez, annemin yaşlı gözleri babamın ise sinirden çenesinin kasıldığı yüz hatlarıyla karşılaştım. Suretlerine boş boş bakarken, babamın daha çok sinirlendiğini, annemin ise babamın koluna yapışmasını görmüştüm.
Babam, annemi bir hışımla iterken benim üzerime doğru gelmeye başladı. Her zaman ki manzaraydı, artık vereceği acıya alışmıştım. Saçlarımdan tutarak beni sehpanın üzerine fırlattı. Sehpadan gelen sesle, kırıldığını anlamıştım. Sehpa için üzüldüm.
Sonra kafamı duvara çarpmaya başlamıştı, her zamanki gibi. Yüzümü, yüzüne çevirip okkalı bir tokat patlatmıştı. Ardından da yumruk. Dudağım kanarken aynı zamanda da gözümün morardığından emindim.
Bedenimi sert zemine fırlattığında, soğuğun ne kadar iyi geldiğini kavramıştım. Ama bu uzun sürmedi. Kemerini çıkarıp, sırtımdaki geçmeye yüz tutmaya başlamış morlukların arasına yeni morluklar eklemeye başlamıştı bile.
Ne kadar zaman geçti bilmiyorum, ama hiç ağlamadım. Kendimi kutladım bu yüzden. Onun gözlerinin önünde ağlayamayıp, ona aciz olmadığımı kanıtlamıştım. Aynı zamanda onun canımı yakmadığını da.
Odama geçtiğimde, canımın ne kadar çok acıdığının farkındaydım. Benden izinsiz parkeyle buluşan gözyaşım da bana ihanet etmişti. Akmaması için yeminler etmiştim.
Kıyafetlerimi hazırlayıp, kendimi sıcak duşa bırakmak üzere, odamdan çıkıp, odamın tam karşısındaki banyoya yöneldim. Kapıyı arkamdan kilitledikten sonra, yavaş yavaş soyunmaya, yaralarıma bakmaya başlamıştım.
Suretim, bana ait değil gibiydi sanki. Boş gözler ve boş bakışlar. Yüzümde yavaş yavaş ortaya çıkan yaralarıma baktıkça, acıyı unutamadım. Gerçekliği unutamadım. Arkama dönüp sırtımı ortaya çıkardığımda ise düşündüğüm bir manzara vardı. Kemer izleri ve kıpkırmızı. Sırtımda kendi ten rengim bile belli olmuyordu.
Umursamamaya çalışarak sıcak dugun altına girdim ve kendimi serbest bırakıp olduğum yere çöktüm. Omuzlarımdaki yük ağırlaşırken, hayata gelme sebebimi hala anlayabilmiş değildim. Sanki sadece acı çekmek için gelmiştim dünyaya. Başka bir işlevim yoktu benim. Yalnızca acım vardı.
Dıştan çıktıktan sonra kurulanıp temiz iç çamaşırlarımı ve pijamalarımı giymiştim. Odama girdiğimde, eski olduğu her yerinden belli olan, tahta rengindeki şifonyerimin ikinci çekmecesinden kremler çıkardım ve tüm vücuduma ovalayarak sürdüm. Bazı yerlerinde canım yansa da, dişlerimi sıkarak acının ne kadar gerçek olduğunu kendime hatırlattım.
Ben, Mayıs Hatun Güngördü. Acıyı yaşam haline getiren ruh hastası bir kadınım. Hayatımın geri kalanı da acı içinde geleceğinden afilli fırtınalarıma göz yumuyorum.
Öncelikle merhabalar umarım beğenerek okuyorsunuzdur ve ben sizleri sıkmıyorumdur.
Bu hikayeye destek çıkan EAG ailesine çok teşekkür ederim, hepiniz seviliyorsunuz
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Afilli Fırtınalar
Teen FictionRuhundaki afilli fırtınaların kurbanı bir genç kız, O fırtınayı, kasırga yapacak genç adam. Ölüm huzur kokarken, Neden yaşamak istiyordu şimdi?