Sürekli çantamda bulunan ama daha yeni yazdığım günlüğümü kapatım çantama kaldırdım. ("Bu sırada günlük mü yazılır?" dediğinizi duyabiliyorum. Ama ne zaman başım belada olsa yazı yazarım. Bu hem beni rahatlatır, hem de bana olanları tekrar gözden geçirip analiz etme fırsatı verir.) İçimde ufacık bir kısım, olanlara hâlâ inanamıyor, bir şekilde eve dönüp hayatına devam etmek istiyordu. Ama Zihnimin geri kalanı, benim de anlayamadığım bir şekilde tüm bu olanlara rağmen sakin kalıp ne yapılması gerektiğini bulmaya çalışıyordu. Ben de panikleyen kısımdan çok bu mantık kısmını desteklemeye çalıştım.
Pekala, durumu tekrar gözden geçirmeliydim. Büyük bir kırmızı inek canavar sürüsü peşimdeydi. Eve dönemezdim. Ne yapabilirdim? Ya kaçacak, ya da canavarlarla karşılaşacaktım. Ne var ki çok yorgun ve açtım. Bu iki seçeneğe odaklanmaya çalıştım. Sonra birdenbire, beynim ufak detaylara yoğunlaştı. O adam da kimdi öyle. İçimden bir ses bu adamın kim olduğunu bildiğini söylüyordu, ama öteki yanım bunun gerçek olabileceğine inanmıyordu. Tam bir karmaşa içerisindeydim, ama izlemem gereken yolun bu inanmadığım kısım olduğuna karar verdim, çünkü yaşadıklarım gerçekten de olağan olamazdı. Karşılaştığım adamla başladım. Gözleri ısı yayıyordu değil mi? Ve, ve bana güneşi anımsatmıştı. Beni kovalayan sürü kırmızı ineklerden oluşmuştu. Adam bir şiir okumuştu. Bu durumda o adam tek bir kişi olabilirdi, güneşin, kehanetlerin, şiirin ve okçuluğun tanrısı: Apollon. Tamam ama neden peşimdeydi? Sonra söylediklerini hatırladım -şiirinde bana demişti ki- : "Ben çok havalıyım / Güzel şiirler yazarım / Şimdiki görevim de seni sınamak" yani, bu inekler bir sınav olmalıydı. O halde bu ineklerden kurtulmanın bir yolunu bulmak zorundaydım. Sonuç olarak yapabileceğim tek şey yorgun olmama rağmen savaşmaktı. Harika. Her zamanki gibi başım yine beladaydı, üstelik bu kez belayı gerçekte var olmaması gereken bir tanrı ve onun aptal kırmızı inek sürüsü oluşturmaktaydı.
Evet, kararımı vermiştim. yanımda bulunan kalemkutumdan işe yarayabilecek şeylere baktım: bir dolmakalem, bir uçlu kalem, bir silgi, iki parça lastik, derste çizdiğim bir kız resmi, üç tane ataş, biraz bozukluk, küçük bir cetvel, makas, yapıştırıcı. Çok işe yarayacakları kesindi.
Tüm bunlardan sonra, kalemkutumda daha önceden bulunmayan bir malzeme olduğunu fark ettim, ortasında düğmeye benzer bir şey olan ilginç bir dal parçası. Merakımı yenemeyip ortadaki düğmeye bastım. Ne olduysa o anda oldu zaten, dal ağırlaşmaya başladı, bir saniyeden kısa bir süre içerisinde elimde bir mızrak duruyordu. Pekala, elimde bu ineklerle savaşmama yardım edebilecek bir silah vardı. Bu durumda tercihimi kaçmaktan değil de savaşmaktan yana yaptım. Sonra arkamda bir gümbürtü duydum. Döndüğümde kırmızı ineklerle karşı karşıyaydım.
İneklerle imtihanım başladı. Sürü lideri önüme atladı. Normalde olsa ezilmiş, ölmüştüm. Ama birden reflekslerim canlandı. Hızla sağa kaydım. Ama tecrübesizliğimden olacak, dengemi kaybettim ve hemen yanımdaki muhteşem kokan çöp kutusuna çarptım. Üzerime bu muhteşem kokulu karışımdan döküldü. Sanırım bu da hayatımı kurtaran şey oldu.
Kafama çöp döküldükten sonra iyice öfkelendiğimi fark ettim. İnek lider tekrar saldırıya geçtiğinde yana kaymak yerine mızrağı ineğe sapladım. Normalde ineğin yere yığılıp kanlar içinde kalması gerekirdi ama bu inek sarı bir toz bırakarak yok oldu. Sürü liderlerinin öldüğünü gören inekler gerilediler. Ama yakında "Hey biz dört kişiyiz. Ne bekliyoruz" deyip saldırıya geçeceklerini biliyordum. Ne var ki çok yorulmuştum, hem okulda aptal bir habersiz sınav, üstüne bu olanlar da dahil olunca kollarımı bile kaldıramayacak duruma gelmiştim. Birkaç saldırıyı daha karşılayamayabilirdim. Ne yapacaktım? Tam bu sırada gerçekten beklemediğim bir şey oldu: Yanımdan karanlık bir silüet hızla geçti. Ben neler olduğunu anlamaya çalışırken inek canavarların yerinde sarı toz tepecikleri olduğunu fark ettim. Donakaldım. Sonra omzumda bir el hissettim ve çığlığı basıp hızla arkamı döndüm. Orada benim yaşlarımda, elinde kısa sayılabilecek bir kılıç bulunan bir kız duruyordu. Çığlığımdan ürkmüş olması gerekiyordu, ama kız gayet sakin görünüyordu. Elini uzattı: "Merhaba, korkuttuğum için özür dilerim. Ben İlke. Bu inekleri gördüğümde tehlikede olduğunu düşündüm. Hey, ölmediğin için şanslısın. Bu canavarlar ateş püskürtebiliyor!". Ben de hızlı konuşan bu kızın elini sıktım: "Yardımın için teşekkür ederim. Ben de Duygu.". Gülümsedi. Ben de gülümsedim, daha doğrusu yarım yamalak gülümsedim. Başıma gelenlerin şokunu atlatmam mümkün değildi. İlke daha sonra yerde bulunan sırt çantasını aramaya başladı. Bu arada benim de kafamda pek çok soru birikmişti. Örneğin bu kız o silahı nerden bulmuştu, ya da o da benim gibi miydi? Nasıl bu kadar hızlıydı ve savaşmayı nereden biliyordu? Ama en önemlisi benim başımın belada olduğunu nereden biliyordu?