(Mai ve Siyah) 1.BÖLÜM

3.9K 30 6
                                    

Sofranın etrafında yedi kişiydiler.
Bir gün, mir'at-ı şuun'un imtiyaz sahibi Hüseyin Baha Efendi, matbaaya yüzünde bir başka sevinç parıldayarak girdiği zaman dört sayıdan beri devam eden "dahili sanatlar" makalesinin altına son kelimesini iri bir yazı biçiminde karalamakla uğraşan başyazar Ali şekib' e demişti ki :

"Yarın değil öbür gün Mir'at-ı ulun onuncusu senesinin üç yüz altmış beşinci gününü tamamlıyor. Çarşamba günü için..."

Ali Şekib hemen cevap vermişti:
"Hiçbir şey yazmamam. Ziyafet verilmeyince bir satır yazı Yok."
Bu gece işte, Tepebaşı Bahçesi'nde yazıişletine o ziyafet veriyordu.
Davetliler Mir'at-ı şuun gazetesi yazarlarından ibaretti. Bütün bu gençler dört saat hep içmişler, bir saat hep yemişlerdi. Şimdi parmaklarının arasında karnı doyduktan sonra yalnız uğraşmış olmak için oyalananlara özgü gevşek bir Edayla yavaş yavaş yuvarladığı bir elmanın kabuğunu bir parçada çıkarmaya çalışan Ali şekib'Den başka hepsi, sandalyelerinin durumunu değiştirmişler, sofradan az çok çekilmişlerdi. Sofrada artık yemek sonuna özgü bir dağınıklık hüküm sürüyordu; kahvenin gelmesine kadar unutularak bırakılıvermiş elma, portakal kabuklarıyla dolu son tabaklar, diplerinde kırmızı yudumlar görünen şarap kadehlerinin yanında duruyor; sofranın kenarında yer yer çıkan tütün dumanı bir süre dalgalanarak lambanın etrafında dönen bir bulut oluşturduktan sonra dağılıyor; beyaz örtünün üzerinde yüksek yemiş tabaklarının, sürahilerin, kadehlerinin, oraya bırakılmış bir fesin şarap lekelerine karışan gölgeleri lambanın oynak ışığı altında kâh küçülüp kâh büyüyor...
şurada devrilmiş bir tuzluk... ötede birisinin can sıkıntısıyla üç çataldan oluşturmaya çalıştığı piramit... yer yer tabaklarının üzerine yada şişelerin yanına bırakılmış peşkirler...düşmüş de kaldırılmasına üşenilmiş bir bardak... sofrayı baştan başa örten bir kargaşalık sanki yedi kuvvetli çenenin hücumundan yorgun düşmüş, üzgün bir yıkıntı kümesi biçiminde serilmiş bir sofra.
Hepsi başka bir durumdaydı: bir tarafta Ahmed Cemil -hoş kıvrıntılarla bükülerek kulaklarından dolaşan uzun sarı saçları ensesine dökülmüş bir genç- ellerini ceplerine sokmuş, bacaklarını uzatmış, ağzında sallanan sigarasının minimini bulutlarına süzgün gözlerle dalmış düşünüyor; ta öbür ucunda Said, Raci -arkadaşlarının şaireyn diyerek alay ettikleri iki genç şair- diğer bir şairin ayağına ip takmış sürüklüyorlar; biri -kısa, zayıf, kuru, öyle ki susuz bir yerde yetişmiş sanılır- yanında boş kalmış bir sandalyeye eğilerek iki sandalye ötede imtiyaz sahibi Hüseyin Baha'nın idare memuru Ahmed Şevki'ye anlattığı dertlerini dinlemek için kulak kabartıyor; kafaları buharla şişmiş olan bütün bu adamlar geciken kahveyi bekleyerek orada, şu dağınık sofranın kenarında yarım kalmış sözleri tamamlıyorlardı. Herkes söylüyor, hiç kimse dinlemiyordu. Uyumsuz, ölçüsüz aletlerden meydana gelmiş bir müzik topluluğu gibi başsız sonsuz, kırık dökük konuşmalar, çok içilmiş, çok yenmiş zamanlara özgü bir başıboş düşünce ve söz akışı...

Ali şekib elmasını soymuştu, bozmayarak, sakatlamayarak çıkarmayı başardığı kabuğu karşıda şaireynin arasına fırlattı, "Raci! Seni çatlattım!" Dedi.
Onlar sözlerini kesmediler, Raci diyordu ki:
"Bak düşüncelerimin sonucunu söyleyeyim. Onda tek bir şey var: Yalnız ben yazayım, benden başka kimse yazmasın, diyor!"

"Demek edebiyat tekeli! İmtiyaz sahibi: Hüseyin Nazmi."
Raci gülerek sustuğu zaman bir aralık arkadaşı -parlak siyah gözlü, derin kırkılmış gür sakallı bir genç- başıyla Ali Şekib'i işaret ederek sordu, ikisi de onun şakasını anlamamıştı. Uzaktan olayı izleyen kısa, kuru çocuk -Saib- yanalarına yaklaştı, yere düşen elma kabuğunu bir ucundan tutarak gösterdi, nükteyi açıkladı: söylediğine göre meyvelerin kabukları öyle bütünüyle soyulursa şeytan çatlarmış! O, Ali Şekib'in şakasını pek parlak buluyor, kırık kırık çirkin bir sinirli kahkahayla gülüyordu.
Şaireyn bundan zevk alamadılar.
Raci, "Puf!" Dedi. "Soğuk! Sıfırın altında 30! Şunu Mir'at-ı şuun'un bir sayfasında imza koymadan yayımlasalar herkes Ali Şekib'in olduğuna yemin ederdi."
Başyazar işitmedi. Kendi kendisine, "şimdi de ötekini çatlatmalı," diyordu.
Ötede idare memuru -kısa,şişman,bıyıkları seyrek, o kadar ki yolunmuş sanılır, yanakları kıpkırmızı, öyle ki berber sakalından iz bırakmamak için derisini soymuş denebilir; hiçbir yaşa sığmaz bir yaşta; bir adam ki yürürken yuvarlanıyor, otururken gömülüyor denebilir- şairler kümesine döndü, kendisiyle eğlendiklerini sanarak, "Ahmed Şevki Efendi'nin burada olduğu unutulmamalı..." dedi.
İşitenler güldüler, idare memurunun kendisinden söz ederken Ahmed Şevki Efendi demesinden herkes hoşlanırdı.
Elleri ceplerinde düşünen Ahmed Cemil hafifçe dönerek dudaklarının arasından bir şey söyledi fakat işitilemedi.
Bu aralık kısa, zayıf,kuru çocuk şairlerin yanından ayrılmış, yeniden imtiyaz sahibinin sırlarına rağbet göstermişti. Bu sırada Hüseyin Baha Efendi matbaa idare işleri memurundan söz ederek ve karşısındakinin bir sözüne cevap vererek diyordu ki:
"Ne? Doğruluk ha? Hay saf hay! Elini versen parmaklarını eksik bulursun!"
O zaman, birden herkes bir şey eksik olduğunu, onu bekleyerek burada kaldıklarını hatırladılar, yedi ses bir nakarat gibi yineledi:
"Kahve! Kahve!"
İmtiyaz sahibi -Hüseyin Baha Efendi kendi isminden çok görev unvanıyla anılır- parmağıyla uzaktan kahve getiren uşağı gösterdi. Bütün bu çılgın çocuklar ayaklarını vurarak, çırpınarak, bağırarak nakaratı yineliyorlardı:
"Kahve! Kahve!"
Eğlenmeye, gülmeye, bağırmaya bahane arayan bu gençler hep alkışladılar, sanki bu gece neşelerine şu bir fincan kahveyle güzel bir son vereceklerdi.

MAİ VE SİYAH Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin