Bakınız, işte gözlerinin önünde gördüğü bu şeyler; başının üzerine açılan bu gökyüzünde, yazın şu sıcak gecesine özgü bir buğuyla örtülü sanılan bu mailikler içinde titriyormuş, dalgalanıyormuş gibi görünen bütün bu yıldız alayları, bunlar bir bârân-ı elmas değil mi?
İçkinin etkisi altında bulanarak süzülen gözlerinin önünde donuk mailikler üzerine avuç avuç sarı pullar serpilmiş gökyüzü sallanıyor, sallanıyor, şimdi karşısında tepelerin uyuyan sırtlarına dökülecek yahut denize doğru akan belirsiz tablo yavaş yavaş yüksele yüksele yerler gökler gecenin bu aşk havası içinde büyük, uzun vücudu yaka yaka eritip dağıtan bir öpüşle birbirine sarılarak tek bir varlık olacak sanıyordu.
Ah! Bu bârân-ı elmas... Bahçenin durgun havasını dağıtan, içinde bir aşk esintisi, sıcak ve baygın bir nefes gibi sanki ta göklerin sezilemeyen yüksekliklerinden dökülen bu ezgiler... Kâh kalbin en derin noktalarından geliyormuşçasına içten, hafif, sanki sessiz; kâh bir üzüntü fışkırmasına yansımışçasına patlayarak, feryat ederek; bazen bir şikayet inleyişi, bazen bir kahrolmuşluk iniltisi...
Şimdi Ahmed Cemil altından yer kaçıyor, başından gökyüzü uçuyor, vücudu bir boşluk içinde yuvarlanmaya başlıyor sanıyordu.
Bârân-ı elmas!
İşte işte; sanki göklerden dökülen, karşısında şu bayırın eteğinde yer yer parıldayan, denizin siyahlıkları içinde şurada burada ışıldayan bu ışıklar; işte işte dans ediyor, yağıyor; onlar da bir elmas yağmuru fakat hayatta yüksek şeylere tutkun gözler gibi aşağıdan yukarıya yağıyor; ta o göklere, o üzerinde gülümseyen ışıklar, çalkalanan mailiklere doğru yağıyor.
Bir rüya içinde ya da büyü evreni karşısındaydı; kemanların titreyen inlemeleri, flavtanın kahkahaları, sanki bu aletlerden, bütün bu kirişlerle tahta ya da bakır parçalarından büyülü bir nefesle canlanarak, kanatlanarak uçuşan küçük küçük nağmeler birbirine atılıyor; birbirinden ötekine bir ayrılık sesi, ötekinden bir ıstırap inlemesi şundan bir özlem iniltisi, başka birinden bir umut cevabı çıkarak, bütün o zavallı insan ruhuna özgü acılıkların, tatlılıkların hazinesi taşıyor; mai, siyah kelebekler gibi uçuşarak, birbirleriyle dudak dudağa bir kavuşma içinde dağılıyorlar, yükseliyorlar; sonra bunlar o parlak gökyüzünün mailiklerine, şu karanlık denizin siyahlıklarına serpiliyor; işte işte, şu aşağıya süzülen, şu yukarıya uçuşarak siyahlara bürünen soluk ışıklar! Bârân-ı elmas...
Son bir ezgi tufanıyla ansızın bir duruş, bütün bu hayaller dizisine son verdi. Ahmed Cemil sanki bir rüyadan uyandı, etrafına baktı. Şimdi her şey gerçeğe dönmüş oldu. Başını çevirdi, burada niçin bulunduğunu anlamak için düşündü, baktı, o zaman hatırladı. Arkadaşları şüphesiz orada, işte şuracıktan bir parçasını gördüğü bahçenin kalabalığı arasında olacaklardı. Onların yanına gitmeye ne gerek var? Ta ötede dönen bir tablonun yalnız bir bölümü biçiminde gözünün önünden akıp giden şu gezinenlerle, ağaçların arasında küme küme oturan bütün bu halkla onun bir ilgisi var mı ki gitsen de o kalabalığın içine atılsın? O bu dünyada herkesten uzak, herkese yabancı değil mi?
Şimdi kendisini biraz topluyor, şakalarında hafif bir serinlik hissediyor, dimağını ateşten bir bulutla örten buhar yavaş yavaş açılıyordu: Onun dünyası işte şu yavaş yavaş açılan beyninin içinde mai bir gökyüzü, o mai gökyüzünün içinde birçok gülümseyen umut yıldızlarından ibaretti. Orada da bir bârân-ı elmas...
İşte gözlerini kapayınca görüyor: Mai bir gökyüzü altında büyük bir ova ki sabahın hüzünden ve sevinçten, renkten ve karanlıktan, sessizlikten ve ezgiden, gölgeden ve hayalden; o birbirinin hem eşi hem başkası sanılan karşıtlıklarından oluşmuş durumuyla, henüz uykusundan tamamıyla sıyrılmamış mahmurluklarla yüklenmiş sisler arkasında boğulan ufuklara doğru uzanıp gitsin. Üzerinde bir gökyüzü ki geceden kalma siyahlıklarla gündüzün ilk parıltılarının kaynaşmasından oluşan esmer bir renkle gözleri okşar, bir belirsiz renk altında mai bir atlas halinde görünen gökyüzünün derin bir köşesinden çobanyıldızının beyaz gülüşü hâlâ görünür, el değmemiş bir temizlikle ışıldayan bir göz gibi bakmaktadır...
O lacivertliklerin bir tarafında henüz belirsiz bir ışıktan toz savruluyor gibidir. Bu ovanın üzerinden, o gökyüzünün altından bir peri alayının kanatlarıyla dalgalanıyor denebilen hafif bir hava uçar ki dikkat edilse bir ruhani dünyanın seslerine benzer ezgilerle titrer. Bütün görünümler sabahlara özgü o rengin belirsizliğiyle içinde hava ve hayalden oluşmuş bir gölge şeklinde durur; ama bir zaman gelir ki birdenbire bir ihtişam çağlayanı dökülür, biraz önce sönük duran gökyüzü sanki her bir yangınla dolar. Ufukun bir kenarından, güneşin bağrından ovaya bir ışık tufanı döker, gökyüzünün bu muhteşem yangını altında ova karışıklıktan sıyrılır, bütün ova taze bir hayatın canlılığıyla tutuşur...
Ahmed Cemil burada, hayalinin şu gösterişli tablosunu yaşatırken, "Ah! O umut güneşi!" Diyordu. Onu ne kadar senelerden beri bekliyordu.
Henüz yirmi iki yaşındaydı. Öyle bir yaşta, gençliğin öyle duyarlı bir devresinde ki fikir, aydınlık bir gökyüzünün elmas yağmuru altında parlak hayal dünyalarında kanatları kırılmış bir kuş gibi henüz topraklara düşmemiş; gözler parlak bir hayal ufkunun ışıklarıyla doluyken bir perde altında siyah bir köşenin açılmak üzere olduğunu henüz görmemiş; yalnız aydınlık, sevinçli bir sabahın rüyasına dalmış; ümit güneşinin üzerine ta uzaklarda bir ufkun içinde hazırlanan bulutların dökülmeye hazır olduğunu anlamamıştı. Henüz yirmi iki yaşında bütün maneviyatı yalnız bir umudun gerçekleşmesini bekliyor...
Ün kazanmak, edip olmak, herkesçe tanınmak, bugün o kadar acılıklarına göğüs vermek için hayatını zehirlediği bu edebiyat dünyasının bir gün yüksek doruklarına çıkmak ve adını o kadar yükseltmek ki... O aklından geçirdiği yüksek basamağa bir sınır bulamıyor; sonra da bu derece yükselme emellerine kapılıyor olduğundan kendi kendine utanıyordu. Edip olmak, ün kazanmak, senelerden beri bütün düşüncesi bu değil miydi?
Ta okulda bir kimya kitabının üzerine başını dayayarak, gözleri ötede karatahtanın üzerinde unutulmuş, yarım kalmış bir cebir denklemine dalarak; düşüncesi bir hayal rüzgarı üzerinde, bilinmeyen emeller uzayında uçtuğu zamanlardan beri bütün varlığını kaplayan emel, ünlenmek istediği değil miydi?
Ahmed Cemil daima aceleci ve telaşlı yürüyüşüyle, adeta koşarak babıâli caddesi'nin kenarından çıkarken şu kitapçı dükkânları, cam kapıların aralarından fark edilen şu kütüphane müdavimleri, bu matbaalar, sabahtan akşama kadar fikir ve sanat hareketlerinin biricik yatağı olan şu cadde bir gün olacak ki onun büyüsü altına girmiş olacak. Şimdi birkaç eski okul arkadaşıyla sekiz-on kalem erbabından başka herkesin meçhulü olan bu genç bugün koltuğunun altında bir-iki kitapla buradan bir gölge gibi çıkarken bir gün olacak ki rastlantıyla bir kitapçının dükkânına gözü ilişecek olursa okuldan henüz çıkmış iki genç edebiyatçının birbirine kendisini gösterdiğini fark edecek... Ah! O zaman göğsü nasıl bir övünç havasıyla şişecek! Şimdi oradan belirsiz bir varlık şeklinde geçiyor; gören yok, bakan yok ama o zaman...
Yolunun üzerinde isminin yavaşça fısıldandığını işitecek ve ciğerlerinden sıcak bir şeyin aktığını duyacak...
Zaten bu sonuca, bu umudun gerçekleşmesine layık olmak için az mı acı çekmiş, hayatın az sıkıntılarına mı katlanmıştı? Bugün yirmi iki yaşındaydı; fakat bu yaşa gelinceye kadar...
Ahmed Cemil'in düşünceleri bir kere daha kesinteye uğradı. Uzaktan imtiyaz sahibi. Hüseyin Baha ile idare memuru Ahmed Şevki Efendi'nin yaklaştıklarını gördü. İmtiyaz sahibi gelince dedi ki:
"Allah cezasını versin! Islah olmayacak, evde kendisini bekleyen karısını, çocuğunu düşünmek yok ki... Yine oray gitti... Ötekilerini de birlikte sürükledi. Biz üç kişi kaldık;artık yavaş yavaş yola çıksak..."
Ahmed Cemil, Raci'nin ikide birde Palais de Cristal'de geç vakte kadar kaldıktan sonra geceyi de evinden başka yerde geçirdiğini bilirdi. Kaç kere kara bahtlı karısı matbaanın kapısına kadar gelerek beş-altı yaşındaki yavrusuyla kocasını arattırmış, Ahmed Cemil'le birlikte bütün arkadaşlarını ne cevap vermek gerekeceğinde şaşkın bırakmıştı.