• lana del rey/diet mountain dew
Rüzgarı hissetmeyi seviyordum.
Küçük bir yerde yaşıyorduk, şehire inen otoban boyunca etraf güneşi gölgelemeyecek ağaçlarla doluydu. Müstakil evler geride rengarenk görüntü sunuyordu ve ben açık arabanın içindeyken kollarımı kaldırarak, bu tanıdık görüntüyü seyretmeyi seviyordum.
Güneş öteden batıyordu, kızıl ışınları saçlarıma vuruyor, parmaklarımın arasından geçen rüzgar ellerimi üşütüyordu. Üşümekle ilgili hiç sorunum olmazdı, siyah bir mustang süren, deri ceketini arka koltuğa bırakmış, beyaz tişörtünü yırtık pantolonunun içerisine vermiş ve tek eli direksiyonda olan hyungum, üşüdüğümde beni ısıtmak için hep burada olurdu.
Her zamanki gibi okulumdan alınıp çakıllarla dolu sahile gittiğimizi söylemek isterdim ama bugün, diğer günler gibi değildi. Hep meraklı biri olmuştum, yeni şeyler denemeyi severdim, öğrenmeye istekliydim. Belki insanlara çabuk güveniyor olmamdan saf biri olarak anılabilirdim ama ben, insanın içindeki kimsenin göremediği minik kırıntıları görmeyi seçebiliyordum.
Onlara sahip olmasalar bile.
Yerime yaslanarak emniyet kemerini çekiştirdiğimde radyodan yükselen eski bir şarkı, tıpkı bu araba gibiydi. O, değişik stillere sahipti mesela, baştan aşağı sigara kokardı, dışarıdan görüldüğünde soğuktu ve tam da annelerin uyardığı uzak durulması gereken tiplerden gibiydi. Tanışıklığımızın çok eskilere dayanıyor olmasını diliyordum her defasında, onunla geçirebileceğim her an bana bir şeyler katmış olabileceği düşüncesi içimi kıpır kıpır ediyordu fakat biraz geç rastlamıştık birbirimize, bu düşünce onun için geçerli miydi bilemiyordum.
Arabanın yavaş hızı, akşamın çöküşüyle aynı vakitte ilerlerken bakışlarım onun üzerindeydi. Ona dair sevdiğim şeylerden biri de buydu; görüntüsünden ibaret değildi. Demir yüzükleri geçirdiği parmaklarını ellerime kenetlemeyi sevdiğini söylerdi ve bunu her yapışında kıkırdar, beni avuçlarımdan öperdi. Adını bilmediğim, benim doğumumdan da eskiye dayanan o şarkıları mırıldanırdı, adını hiç sormazdım ama sözleri hep aklımda kalırdı. Arabanın arka koltuğuna yaslanır ve beni de göğsüne çeker, nehrin ötesindeki köprüden geçen araçların ışıltısını seyrederdi.
Ve elbette, benim düşük çenemi çekerdi. Başlarda biraz çekingen de olsam sürekli merak ettiklerimi sorardım hayata dair, çocukluğumu anlatır, günümün nasıl geçtiğinden bahsederdim. Bir kere bile sözümü kesmez, her defasında bana parıltılı gözlerle bakar, laf arasında gülüşlerime katılır, saçlarımı okşardı.
Arabanın yavaşladığını hissettiğimde dalgınlığımdan kurtulup nereye geldiğimize baktım. Yanaştığı kulübeden benim sevdiğim gibi kızartmalar ve hamburgerini sipariş ettiğinde, milkshake eklemeyi de unutmadı, parasını uzatıp poşeti ellerime tutuşturduğunda iç çekerek sahilin yakınlarında bir yerde durdu.
"Atla bakalım," dedi bana dönerek. Ona sırıtarak kemerimi çıkarır çıkarmaz arkaya zıpladığımda koltuğun üst kısmına oturdum. Sahilin ötesinde dev ekranda sinema oynatılıyordu, günler öncesinden ona gitmek için yalvardığımda sinemalardan hoşlanmadığını söylemesine rağmen, pekala işte buradaydık.
Yanımda yerini aldığında kendi kendine söyleniyordu. "Bu deri koltukların ne kadar pahalı olduğunu biliyor musun?" Omuz silkmiştim. "1967 model mustang bu Jeongguk, bunu alabilmek için canım çıkana dek çalıştım ben. Ayakkabılarını çıkaramaz mısın?"
Ciddi ifadesiyle gözlerime dikildiğinde ilk önce çatılan kaşlarına baktım, çıkık çenesine, sarkan dudaklarına. Bakışlarım gözlerinde duraksarken cevap bekler gibi kırpmadan öylece duruyordu. "A-ama," dedim dudaklarım titrerken. "Ayaklarım üşür ki, hyung!"
ŞİMDİ OKUDUĞUN
strawberries & cigarettes • namkook ✓
Short StoryMustang, son ses açılmış bir radyo, 60'ta giden arabalar, dağınık saçlar, deri ceketler, dudakta boşa tüten izmaritler, sen ve ben; bil ki, yerim yurdum şurasıdır, benim evim kollarının arasıdır.