Yeist

39 1 0
                                    

Yeist başı önünde olsa da; arada bir başını hafifçe kaldırarak ilk kez geçtiği sokaklara, ilk kez şahit olduğu giysilere ve tek bir ustanın elinden çıkmış gibi görünen, birbirinin aynı duvarlara bakıp ilerliyordu. Şu sarımtırak şehrin bir baharat kokusu vardı. Bu koku duvarlardan, topraktan, havadan, nefesten bile gelmekteydi. Bu baharatla yoğrularak oluşturulmuş koku, bir yaradanın imzası gibiydi. Her gittiği yerde bu gelirdi aklına, yavaş yavaş bunu bir teorisi olarak kabul etmeye de yaklaşmaktaydı. Baharat yaradanının eseriydi mesela bu bölge, kendi doğduğu yerler kaya yaradanının eseriydi mesela, yaşayanların karakterinde bile vardı bu izler. Yaradanı sıyırmış yerler bile görmüştü, nasıl bir çılgınlıktı oralarda hayatta kalabilmek, deliler bölgesi dese az kalırdı.

Koltuğunun altında sıkı sıkıya sardığı kağıtlar, rulo haline getirilip kenevir ile bağlanmış halde olduğundan düzenli durmaktaydı. Onların dağılması, birçok kez gelse de hep birbirine benzeyen sokaklarda kaybolmaktan daha sıkıntılıydı.

Yeist, ailesi ile birlikte büyümüş ve sevilen bir çocukluk geçirmişti. Babası iyi bir hububat tüccarıydı, varlıklı sayılırlardı. Annesi o dönemde genelde olduğu gibi, Ev hanımıydı. Arada bir amcasının yanına İdham'a gitmiş; burada ünlü hocalarla uzun zaman geçirmişti. Hocalar derken, bir şey öğrenmiş miydi? Evet. Hayır. Çok şey. Hiç bir şey.

Amcası odun tüccarıydı, seneler boyunca yanında odun toplamış, akşamları ise onların anlattıklarını dinleyerek uyumuştu. Onu bu uyku öyküleri büyütmüştü. Bu yaşa kadar gelse de bıkmayacak öyküler vardı.

Dışardan bakınca, yürüyüşünden bir hedefe gittiğini, ancak uzun süreli takipte anlamaktaydınız ama genel olarak arada bir sağa ya da sola yalpalayan sarsak bir yürüyüşü vardı. Yorgunluktan değildi bu yürüyüş, düşünüyordu Yeist; ne söyleyecekti, nasıl söyleyecekti, kafasında bin bir soru vardı. Daha on iki yaşındaydı, hocalarının öğretilerini dinliyor, anlıyor ama bu ona bir türlü yetmiyordu. Kendi soruları bunlardan fazlaydı, yaşıyla alakası olsa da olmasa da düşünme yeteneğinin bir kapasitesi olduğuna emindi. Nasılsa her şeyi bilemeyecekti ama anlamalıydı; aksi takdirde kabul etmiyordu hiçbir söyleneni, aklı.

Bu düşüncelerle geldi büyükçe, demir kapının önüne. Zaten çok çelimsiz olan bedeni bu dev kapının önünde daha bir küçük görünüyor olmalıydı. Bu düşünce onun belini biraz daha büktü, biraz daha küçüldü Yeist. Kapıyı vurarak, aralığın daha fazla açılmasını bile istemeyip, zor sığdığı aradan önce kafasını geçirip, sonra vücudunu biraz zorlayarak attı içeri. Görenler aciz diyebilirdi, kendince kendi işini kendi görürdü.

Genişçe bir alan vardı içerde. Çatı sayılacak yerde duran büyük keçeler, birbirine dikilerek, örtülmüştü. Birkaç yerin ışık girsin diye bilerek açılmış olduğu belli oluyordu, bu tür açıklıklar daha nizamlıydı; buna örnek olarak ortadaki dört açıklığı sayabilirdiniz. Bazılarının ise dikişleri çözüldüğü için duran açıklıklarla karışarak içeriye ışık sağlıyordu. Işık dediğim koca alan için yedi/sekiz huzmeydi sadece. Arada, nargilelerden çıkan dumanlar bu huzmelerden geçerken içeriye esrarengiz ama keyifli bir sır katıyormuş gibiydi. Kendi gibi genç öğrencilerin yanından çarpmamak için uğraşarak geçip en uçtaki eğitmene/hocasına doğru yaklaştı. Artık düşünmek için çok geçti, diline düşen her kelimeyi serbest bırakmak için ağzını açtığında, ondan önce davranan hocası konuştu;

"Yeist. Değil mi?"

"E. Evet" dedi şaşkınlıkla. Bundan sonra o yarım yamalak bir araya getirmeyi düşündüğü tüm cümleler, kelimeler dahi yok oldu. Hep ilk konuşmayı düşündüğü için bir kenara dursun, asıl şaşırtan isminin bilinmesi yani tanınmasıydı. İsmini bilecek bir hoca olduğunu hiç tahmin etmemişti.

YeistHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin