uzaktı.
omelas tahmin ettiğimizden çok daha uzaktı. bacaklarımız yanana kadar pedal çevirmeye devam ettik. dayanamayacağımızı anladığımızda saat gecenin biri ya da ikisiydi. bir ağaç dibinde uyukladık ve ufuk kan kırmızısına boyandığı an yola çıktık. bu böyle birkaç gün daha devam etti. varolmayan kelimeler sözlüğünü o sıralarda inceledik zaten.
"bakın, ne buldum! livena; mutluluk, üzüntü, yalnızlık, hoşgörü veya herhangi bir duyguyu hissetmemeksizin ortaya çıkan, göğüs kafesini sıkıştıran, nefes almayı güçleştiren vakitsiz hissiyat. dış dünyada varolan hiçbir kelime bu hissiyatı açıklayamaz."
namjoon heyecanla okuduğunda hepimiz onun yanına koştuk. inanılması güç bir durumdu. fakat şu beş ciltlik sözlük, insanoğlunun onca şeye isim koymadığını fark ettiriyordu. binlerce kelime vardı ama hiçbiri yoktu. muhtemelen sözlüğü hazırlayan yazar rastgele sıralamıştı sesleri. livena diye bir kelime yoktu, vicsay diye de bir kelime yoktu veya buven diye bir kelime. yazar öylesine uydurmuştu onları, bu kavramlara kimse isim bulamıyor diye. üstesinden gelememişti ve kendi kendine koymuştu isimleri. yolculuğumuz tüm ciltleri inceleyebileceğimiz kadar uzundu, başka işimiz de yoktu zaten. biraz sonra, namjoon çantasının dibinden ince uçlu, siyah bir dolma kalem çıkardı. güzel el yazısıyla sözlüğün son sayfasındaki boşluğa bir şeyler yazdı ama hiçbirimizin okumasına izin vermedi.
bir gün, namjoon'un oraya ne yazdığını öğrendik. ve ne anlama geldiğini de.
ama hiç öğrenmemeyi isterdik.
[]
bir tepe daha. onca yol pedallamıştık, yürümüştük, ara sıra heyecanlanıp koşmuştuk ve şimdi de eğimi fazla olan bir tepe vardı karşımızda. etrafından dolanamazdık, başka tepelere birleşerek uzayıp gidiyordu, diğer tarafı da denizdi zaten. zor bela tırmandık yeniden, bisikletlerimizi ardımızdan sürüklemek hiç bu kadar zor olmamıştı. bitap düşmüştük. hoseok'un travma dönemlerinde başına gelenler gibi bir anda uyuklayabilirdik. ve farklı bir yorgunluk vardı üzerimizde, tatlı bir yorgunluk. tepenin zirvesine çıktığımızda benden bu kadar diyerek ağlayabilirdik hepimiz. yoongi geri dönmek istemişti tepenin eteklerinde, gidecek daha ne kadar yolumuz var bilmiyoruz, şimdi dönersek gideceğimiz yol ileride vazgeçeceğimizden daha kısa olacak demişti. ama kimse bunu göze alamamıştı.
iyi ki de alamamıştı.
tepeye çıktığımızda jeongguk yere çöküp hıçkıra hıçkıra ağladı. jimin kahkaha krizi geçirip yerlere yığıldı ve aşağıya, geriye, doğru yuvarlandı. hepimizin gözleri dolmuştu. jimin yuvarlandığı yolu tekrar koşarak çıktı. omuz omuza verip öylece durduk. omelas'ın karşısında.
sırt çantamdan filmli fotoğraf makinesini çıkarıp kentin fotoğrafını çektim. namjoon kalemini uzatıp tarihi not etmemi istedi. ama bu gün ayın kaçı bilmiyorduk ki. umursamadık. aşağıdan, tepelerin eteklerinin denizle birleştiği kayalıkların kenarından bir grup genç bize bakıyordu. sosyal toplum çekincesi olan yoongi hiç düşünmeden, hiç çekinmeden kolunu kaldırıp el salladı aşağıdaki akranlarımıza. yüzlerindeki tuhaf, yabancı ifade kayboluverdi onlarda güler yüzle el salladılar bize. sonra onların yanına koştuk, sırt çantalarımızı atıp selamladık onları. sevinçten ağlıyorduk. hiç yadırgamadılar bizi. sanki anlamışlardı geleceğimizi. sonralarında adının kyungsoo olduğunu öğreneceğimiz genç omzuna vurdu jeongguk'un ve "bu şehirde gözyaşı yok." dedi sahte olduğu her halinden belli bir öfkeyle.
"büyüklerimize gitmeliyiz. hemen." dedi içlerinden biri "elli yıldır kasabamıza gelen ilk kişilersiniz." apar topar, güzel kamu binalarından birine götürdüler bizi. ama ciddiyet yoktu bu kamuda. suratsız devlet memurları, kapıdan girdiğiniz an belli belirsiz bir homurdanmayla bastığınız yerleri silen hademeler de yoktu. çalışanlar tek renkte aynı standartta saçma takımlar da giymiyorlardı. sıradan bir binaydı. hayır hayır. sıradan bir bina değildi, omelas'ın her binasından biriydi. koridorlarda bize şaşkınlıkla bakıyorlar, coşkuyla "hoş geldiniz! hoş geldiniz!" diye bağırıyorlar ve bazı bazı insanlar ağlamaklı gibi ellerini ağızlarına kapatıyorlardı. omelas'ta herkesin birbirini tanıdığını o an fark ettik. güleryüzlü, uzunca boylu, sevecen bir adamın odasına götürdüler bizi heyecanla.
"bay steven! bay steven! bakın, kimler var burada!"
bay steven bizi gördüğü vakit "yüce mitos!" diye bağırdı coşkuyla. "sizler, siz gençler. burayı buldunuz. omelas'ı buldunuz. omelas'ı bırakıp gidenlere inat burayı buldunuz! son terk edenlerimizden beri kimse gelmedi buraya, şenliklerimize kimse gelmedi. unutulmuştuk evlatlarım. kimse bilmezdi bizi. bırakıp gidenler kimseye söz etmedi bizden. yalnızlığa terk ettiler bizi. bizi mutluluğumuzla yalnızlığa terk ettiler. siz gençler, söyleyecek kelime bulamıyorum. hoş geldiniz, hoş geldiniz."
koşuşturmacalı birkaç an yaşandı. önemli kişilerle tanıştık (bu kentteki önemli kişiler, kentin tamamıydı). en sonunda bizi karşılayan gençlerin yaşadığı evin yanındaki eve yerleştirdiler bizi, bırakıp gidenlerden birinin eviydi.
çok uzun zaman geçmemişti ki, evin susanna'ya ait olduğunu anladık. ajandadaki "susan'ın yabanmersinli turtalarının çok gizli tarifi" başlıklı sayfanın başka bir açıklaması olamazdı. içimizde buruk bir sevinç oluştu. başka bir yerde olsak, oturur ağlardık. fakat omelas'taki her yer coşkuluydu, mutluydu. tanıştığımız ve yan evde oturan bayan lily bizi akşam yemeğine davet etti, orada bizi karşılayan dostlarımız da vardı. mutlu bir akşam yemeğinden sonra geç saatlerde bayan lily uyku vaktinin geldiğini güzelce bir uyku çekmemiz gerektiğini, yarın kenti gezebileceğimizi söyledi. bize bir anne edasıyla yaklaştığından daha anne sevgisi görmemiş olan taehyung bayan lily'e sarılıp "iyi uykular anneciğim," dedi.
tatlı rüyalar dileklerine karşın, o gece hiçbirimiz uyuyamadık.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
omelas'ı bırakıp gidenler, bangtan.
Fanficnereye gittiklerini biliyor gibiler omelas'ı bırakıp gidenler