sonsuza dek mutlu yaşanacak günler ve yaz şenliği hazırlıkları

144 31 6
                                    

şüphe ciddi manada insanın içine yerleşerek onu yiyip bitiren bir sanrıydı.

şüphe bir duygu değildi. duygular kalpten gelirdi, şüphe ise beynin işiydi. bilince yerleşen travmalar nedeniyle benzer içerikli bir olayla karşılaştığı taktirde beyin, insanı şüpheye düşürürdü. fark edildiği sürece kolay şekilde engellenebilen bir durumdu bu. rüyalarınızı kontrol etmeniz gibi.

omelas'a bu denli soğuk davranmamızın sebebi ise şüpheye düşmemizdi. öyle bir mutsuzluğun içerisindeydik ki gerçek bir mutluluk bulduğumuz bu şehirde yerimizi yadırgamıştık. arşivdeki haberleri gerçek sanmıştık ve inanır mısınız, hepimizin aklından omelas'ı bırakmak geçmişti. ama haberler yalnızca gazetecilerin yaygarasıydı. spekülasyondan ibaretti ve sadece sosyal toplumdaki dalavereci kimselerin güzel olan her şeye attıkları taşlardan yalnızca biriydi. omelas'ı bırakamazdık. mutluyduk çünkü. ne istersek onu yapıyor ve kimse tarafından yargılanmıyorduk. kutsal sayılan günleri de yoktu sanırsak omelaslıların. tapınakları da yoktu gördüğümüz kadarıyla. ama omelas'ta tapınaklar olmasın daha iyi. hiç olmazsa insanlı tapınaklar. dine evet, din adamlarına hayır.

omelas'ta doğmayanların küçük bir talihsizliği var ki bizi de etkilemekte. mutlu çocuklar değil onlar. mutluluğu öğrenebilecek çocuklar. diğerlerine gelince onlar, yaşamları mahvolmamış, olgun, zeki, tutkulu gençler. ve sürekli gençler. bizimse büyümeyi öğrenmemiz gerekli.

açıkçası omelas, evvel zaman içinde, çok eski zamanlarda ve uzaklarda kalmış bir masal kentini andırıyordu bizlere.

günlerimiz mutlulukla geçip gitti. susanna'nın ajandasındaki tarifleri denedik ve tatmaları için çocukları denek olarak seçtik. turtalarımızı fazlasıyla nesnel şekilde eleştirdiler. en basitinden minseok jeongguk'un elmalı turtasını tattığında hiçbir yorum yapmadan direkt olarak çöpe atmıştı. jeongguk ise turtasının berbat oluşunun altından kalkamadı ve tüm turtayı tek başına yedi ve gayet de güzel olduğu konusunda diretti. sonrasında onu banyoda kusarken gördüm ama hiç haberim yokmuş gibi davrandım. jongdae yabanmersinli turta deneyimimizden sonra daha fazla dayanamayacağını söyleyerek bir daha asla turta yapmayacağımız konusunda bize yemin ettirmeye çabaladı. yemin etmedik ve sürekli turta yapmaya çalıştık.

bir gün yoongi yanmamış, tam kararında pişmiş bir turta yaptı. diğerlerine yedirmek üzere onların evine koştururken namjoon elindeki turta kabını düşürdü. yoongi onu o gün eve almamıştı ve jiminle taehyung, bu gün bile bu olayla dalga geçer.

"şeyy, söylemesi utanç verici fakat," dedi baekhyun. "biz müzikle uğraşıyoruz ve şenlikler için şarkı yapmalıyız ve şarkı konusunda emin değiliz ve düşündük ki-"

"aman tanrım!" diye bağırdı taehyung "müzik mi?"

yixing "yani..." diye mırıldandı. "ama yalnızca öylesine."

bunu söylemeye çekindikleri belliydi ama omelas hakkında fark ettiğim bir şey daha varsa burada utanma duygusunun olmadığıydı.

"biz de müzikle uğraşıyoruz." dedi yoongi gülümseyerek. "ben evimi müzik yapmak için terk ettim. ama çocuklarla yaşadığımız ucube kasabamız da müziğe el vermemişti tabii. biz de kendi kendimize yaptık bir şeyler."

"öyle ise neden şenlikler için birlikte bir şarkı yapmıyoruz ki?" jongdae'nin fikri fazlasıyla dikkat çekiciydi. bu kararı aldığımız an çalışmaya koyulduk. müzik evrensel dildi. duyumsadığımız değil hissettiğimiz bir şeydi. somut olmasına karşın soyut düşünülemediği takdirde anlaşılamazdı. öyle ki müzik beni ben, bizi biz yapan bir şeydi.

uzun süre uğraştık. çalışmalarımızı öğrenen bay steven neden kendi aramızda bir yarışma yapmadığımızı sordu. jongdae müzikte rekabetin olamayacağını söyledi ve yoongi ise müzik müziktir, karşılaştırma söz konusu değildir dedi. bay steven'ın sanki bizi deniyormuşçasına bir anda gülümseyişini asla unutamam. doğrusu omelasla ilgili hiçbir şeyi unutamam.

aylar geçti, gerçekten bir omelas yurttaşı olduk. bay jacob'ın elma toplamasına ve şehir merkezine kurulan büyük makinelerle elma şırası sıkmasına yardım ettik. o sırada jimin evde, şehir merkezinde böyle bir şey hiçbir şey yapılmıyormuş gibi davranıyordu.

yaz şenlikleri yaklaştıkça şehirdeki coşku artıyordu. bay ve bayan river akordeonlarını alıp şehrin sokaklarında şarkı söylemeye başlamışlardı bile. yeşil çayırlar süslendi. yarışacak olan atların bakımları yapıldı. kavalcı çocuk, tahtadan yapılma kavalına zımparayla bakım yaptı ve biz de şarkımızı tamamlayıp provalarımızı yapıyorduk.

her şey güzeldi, omelas güzeldi. bu güne kadar buradaki herkes mutlu olmuştu. buraya ne dünya savaşı gelmişti ne de kapitalizm. komünizm de yoktu. emperyalist devletlerin haberi yoktu bu şehirden. buhran dönemi de uğramamıştı bu şehre. yirmi iki kasım bin dokuz yüz altmış üçte neler olduğundan kimsenin haberi yoktu. on bir eylül iki bin bir faciasını bilmiyorlardı. bin dokuz yüz doksan beşte çin'in siber savaş tatbikatı yaptığından bu yana dünyada süregelen teknoloji savaşı gerekçesiyle sistem açıkları yarışını da bilmiyorlardı. buhran dönemi filmlerinden birinde geçen bir replik gibi empire state binasının önünden her an biri düşebilir diye şemsiyeyle de geçmiyorlardı. empire state binasını bile bilmiyorlardı ki.

omelas her şeyden uzaktı. teknolojiyi pek bilmezlerdi. caddelerde vızır vızır dolaşan gürültücü arabalar, kuşları yerinden eden helikopterler ve uçaklar yoktu. veyahut insanları yalnızlaştırıp sonrasında yalnız hissetmemelerini sağlayan kendilerinden daha akıllı telefonları yoktu. herkesin mutlu olmasından anlayabilirdiniz bunu. merkezi ısıtma sistemleri, metroları, çamaşır makineleri ve henüz icat edilmemiş her türden harika araçları, uçuşan ışık kaynakları, yakıtsız güç kaynakları yoktu. ama nezleye karşı çareleri olabilirdi pekâlâ.

ve şimdi düşünüyorum da, iyi ki de bunlar yoktu omelas'ta. kütüphane, onun yanındaki plak dükkanı, abellio, iovantucarus, yeniden açacağımız fıstık yeşili rengindeki kafe ve salonumuzdaki gökyüzü fazlasıyla yetiyordu bizlere.

omelas'ı bırakıp gidenler, bangtan.Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin