Eğer Tanrı'nın ininden kovulan bir şeytan olsaydım ve insanlığın günahkârlığını kanıtlamak adına Tanrı'ya baş kaldırmış olsaydım, tacımı hiç düşünmeden Do Kyungsoo'nun önüne fırlatır ve onun yaptığı kadarını ben bile yapamam diyerek cehennemi terk ederdim belki de, çünkü dedim ya... Do Kyungsoo varlığıyla bana yaşattığı bu akıl almaz arbedenin bizzat sebebiydi ama tüm bu saçlamılığın komik yanı, bunu yalnızca varoluşuyla gerçekleştirmesiydi, beni sinirlendirmekten başka hiçbir şeye yaramıyordu. Evet, bu adam yaralarımı buluyor, küçük bir çocuğun arı kovanına çomak sokması gibi parmağını o yaralarıma daldırıyor ve kanatıyordu da fakat aynı zamanda varlığının içime öbek öbek yığdığı o garip hisle savaşmak beni her şeyden çok daha fazla yoruyordu.
Annemin yazmayı sevdiği ve her gece yatmadan önce muhakkak bana ve Haneul'a okuduğu hikayelerinden birinin sayfaları çevrildi kafamın içinde. Bir güvercinden söz ediyordu, kanatları bir kere bir kedi tarafından pençelendiğinde o güvercinin bir daha kanat çırpamadığı bir hikâyeydi. Kanatları bir süre sonra tedavi edilmiş olsa da iyileşen kanatlarına bir daha güvenememiş güvercin, bir defa kırılan kanadının onarılamaz olduğu düşüncesiyle uçmaya küsmüş üstüne. Kendi kendinin engeli olmuş, kendi özgürlüğüne ket vurmuş bir nevi.
Annemin yazdığı o kısa hikâyesindeki güvercin gibi kendi kendimin engeli miydim, bilmiyorum. Zihnimde savaş verdiğim birçok engel vardı ama o engelleri önüme dizen ben miydim, bunu da bilmiyordum. Bir şekilde kendimi, kendime bile ait hissedemiyordum. Bir boşluktaydım, bir akıntıda sürükleniyordum ve buna engel olamıyordum.
Bazen her şeyden ümidimi kestiğimi de hissediyordum. Küskün bir güvercin olduğum düşünülürse şeytanın iki gözü, Tanrı zehri Do Kyungsoo nasıl oluyor da ölecek olma pahasına gerçek dahi olmayan o kanatlarıyla göğü tavaf eden Icarus'a benzetmişti beni, anlayamıyordum.
Cebimdeki telefonum titreşmeye başladığında elimi cebime attım ve telefonumu cebimden çıkarıp ekranda yanıp sönen ismi taradım. Sehun arıyordu. Derin bir nefes alıp aramayı yanıtladım. "Nereye kayboldun?" diye sorduğunda arkadan gelen müziğin sesi de kulaklarıma ulaşmıştı, hâlâ İhtiyar Ronnie'nin mekanında olmalıydılar. "Karayılan'da yarış var bugün, gelmeyecek misin?"
"Bensiz takılın," demekle yetindim. "Başım çok ağrıyor."
Sehun anladığını belirten birkaç homurdanma sunduğunda kulaklarıma, "Yanına gelmemizi ister misin? Yarışa gitmesekte olur." diye sordu bu defa.
Göremediğini bildiğim hâlde başımı sağa sola hızla salladım. Ardından, "Gerek yok, iyiyim, siz takılın," dedim düz bir sesle. Sehun yine mırıltılarla bir şeyler söyledi ve ardından telefonu kapattı, telefonumu cebime sıkıştırıp yüzümü okşayan rüzgara karşı gözlerimi yavaşça kapattım.
Eski Yunanlılarca acı ve üzüntüyü unutturduğuna inanılan nepenthe gibi, bu kasaba da ruhuma iyi geliyordu. Burada mutluydum. Bu kasabaya yerleşmiş olmamızdan memnundum. Burayı seviyordum. Kendimi, kendime bile ait hissetmesem bile buraya ait olduğumu hissediyordum. Oturduğumuz Nilüfer Sokağını, İhtiyar Ronnie'yi, kasabının en iyi kahve dükkanı olan Bayan Miller'ın küçük, şirin kafesi Miller'ın Harikalar Diyarı'nda çok sevdiğim sütlü çayını içmeyi, İhtiyar Ronnie'nin oğlunun işlettiği ve adının Black Stars olduğu dövmeci dükkanında vakit geçirip yeni yetme çocukların ilk dövmeleri vücutlarına kazınırken suratlarında yeşeren heyecanlarını izlemeyi, kasabanın hemen girişindeki benzicinin sahibi Yaşlı Kurt Seung Lee'yi ve onun eşi Hwan Hee'nin her oraya yolum düştüğünde bana muhakkak yaptığı ayva reçellerinden bir kavanoz da benim elime tutuşturmasını, okuduğum fakülteyi seviyordum, çok çok iyiydi ve Tanrı beni kutsamış falan olmalıydı ki, dünyanın en iyi, en azından bana göre en iyi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde okuyordum. Dans eğitmenim Kasper'ı, bale ve jazz eğitimi veren Bayan Swan'ı da çok seviyordum.
ŞİMDİ OKUDUĞUN
when icarus falls 'ks
FanfictionKim Jongin & Do Kyungsoo. *Bu ficin ilham kaynağı, Regular Show Çizgi filmi ve Zayn'in Icarus Interlude şarkısıdır.*