Bugün Lotte'yi görmeye gidemedim. Kaçınılmaz bir ziyaret teni bundan alakoydu. Ne yapayım? Hiç olmazsa bugün onu gören biri yakınımda bulunsun diye uşağı- gönderdim. Onu ne kadar sabırsızlıkla bekledim! 1 >önünce de ne kadar sevindim! Utanmasam, boynunL sarılıp öpecektim.
Dediklerine göre, Bolonya taşını güneşe koyunc a güneş ışınlarını emer, geceleyin de biraz ışıldarnıış. O delikanlı da benim için böyle oldu. Lotte'nin gözleri onun yüzünde, yanaklarında, düğmelerinde, yakasında izler bırakmıştır diye bütün bunlar benim için ne kadar mukaddes, ne kadar değerli! Şu anda lıin altın verseler o çocuğu vermezdim. Onun yanında böylesine avundum. Tanrı seni bu hallerime gülmekten korusun. Mutluluk da bir aldanış mıdır dersin, Wilhelm?
19 Temmuz
Sabahleyin uyanıp da, güzel güneşi bütün parlaklığı ile görünce "bugün onu göreceğim!" diye haykırıyorum. "Bugün onu göreceğim!" Artık o gün için başka bir dileğim yoktur. Herşey bu ümidin içinde eriyip gider.
20 Temmut
Elçi ile . . . ye gitmemi istiyorsunuz. Henüz bu düşüncenize katılmıyacağım. Kumanda altına girmeyi
sevmiyorum. Üstelik bu adamın geçimsiz olduğunu da hepimiz biliyoruz. Dediğine göre, annem benim çalışmamı istiyormuş. Buna güldüm. Şimdi de çalışmı
yor muyum? Aslında, bezelye ayıklamışım, mercimek ayıklamışım, hep bir değil mi? Şu dünyada herşeyin ucu bir saçmalığa dayamr. Kendi istek ve ihtiyacı dışında, sadece başkalarına yaranmak, para kazanmak, ün salmak veya buna benzer şeyler uğruna çalışan bir kimse gerçekten budaladır.24 Temmm
1
Elimdeki resmimi ihmal edişim seni çok ilgilendirdiği için, bugüne kadar pek az ilerlediğimi söylemektense, bu soruna hiç dokunmamak istiyorum.
Şimdiye kadar hiç böyle mutlu olmamıştım. En klıçük taşına, en ufak otuna kadar inerek tabiattan hu kadar çok, bu kadar içten duygulanmamıştım. Nasıl anlatayım, bilemiyorum: Hayal gücüm öyle zayıf, gözlerimin önünde herşey öyle kayıyor ve titriyor ki, bir çizgi bile tutturamıyorum. Onu kafamda canlandırıyorum ; elimde kil veya balmumu olsaydı, birşeyler meydana getirirdim. Fazla dayansa kil de
bulacağım ve yoğuracağım, hamur edeceğim.
Lotte'nin portresine üç kere başladım. Üçünde de başarısızlığa uğradım. Birkaç zaman önce onun-
la daha sık buluşabildiğim için bu benim canımı da
lın da sıkıyor. Bunun arkasından onun bir silüetini ı.iz<lim. Bu kadarı bana yeter.
26 Temmu?
Evet, sevgili Lotte, ben herşeyi bulur getiririm; yeter ki sen benden iste. Hem, çok çok iste, sık sık iste ! Yalnız, senden bir ricam var ; bana yazdığın mektubun mürekkebini kurutmak için üstüne kum serpme. Bugün mektubu birden dudaklarıma götürünce kumlar dişlerimin arasında çatırdadı.
28 Temmuı
Bundan önce birkaç kez, onu bu kadar sık görmemeyi tasarlamıştım. Ama, hiç elden geİir mi? Hiç
bir gün bu isteğe karşı koyamıyorum. Her gün kendi kendime söz veriyorum: Yarın ona gitmiyeceğim. Fakat ertesi gün yine esaslı bir sebep ve nasıl olduğunu anlamadan kendimi onun yanında bulurum. Bazen de akşamdan bana: "Yarın geleceksiniz, değil mi ?" der. Şimdi, gel de gitme! Bazen de bana bir iş buyunır. Cevabını kendim götürsem daha
diye düşünürüm. Ya da o gün hava çok güzeldir. Wahlheim'a giderim. Oraya varınca, onunla aramda yarım saatlık yol kalır. Artık onun soluduğu hava
nın pek yakınındayım. Sonra birden kendimi orada bulurum. Büyük annem Mıknatıslı Dağın masalını nnlatırdı. Bu dağa yaklaşan gemilerin demire ait nesi varsa birden sökülür, çiviler dağa doğru uçarmış Zavallı gemiciler birbiri üstüne yığılan tahtaların arasında boğulup kalırmış.
Albert geldi. Ben de oraya gitmeliyim. Dünyanın en iyi, en asil adamı da olsa, her yönden benden üstün olduğunu da bilsem, onu görmeye katlanamıyacağım. Onun bu kadar üstün olmasına dayanamam. Üstelik bir de ona sahip . . . Sözün kısası, Wilhelm, beklenen nişanlı geldi. Sevilmesi gereken, namuslu ve iyi bir adam. Geldiği zaman iyi ki orada bulunmadım. İçim parçalanırdı. Öyle iyi biri ki, Lotte'yi geldiğinden beri bir kerecik bile yanımda öpmedi. Tanrı bir elediğini iki etmesin. Hiç olmazsa bu kıza gösterdiği mygı için onu sevmek gerek. Benden hoşlanıyor. Ama sanıyorum ki, bu onun içinden gelmekten çok Lotte'nin işi. Çünkü kadınlar bu konuda daha ustanırlar ve hakları da vardır. Pek seyrek olmakla b0-
raber, iki aşığı birbiriyle iyi geçindirebilirlerse, bu onların daima karmadır.
Bunun dışında, Albert'e saygı duymamak da elden gelmez. Onun ağırbaşlılığı, ateşli ve huzursuz karakterimin tam zıddı. Pek duygulu bir insan olduğu için Lotte'nin değerini biliyor. Neşesiz haline de çok
seyrek rastlanıyor; biliyorsun, insanların kusurları arasında en çok tepemi attıran budur.
Albert bana çok değer veriyor. Lotte'ye bağlılığım, onun bütün davranışlarına karşı duyduğum hoşnutluk Albert'in koltuklarını kabartıyor. Bu yüz
den onu daha çok seviyor. Ufak tefek kıskançlıklarla ara sıra onu üzüyor mu, bilmem. Onun yerinde ben olsaydım, bu şeytanın elinden kolay kolay kurtulamazdım.
Albert nasıl olursa olsun, şimdiye kadar Lotte' nin yanında duyduğum saadet artık bitmiş demek
tir. Buna delilik mi diyeyim, yoksa şaşkınlık mı? Ad ne gerek ! İş meydanda ! Şimdi olup bitenlerin böyle olacağını Albert gelmeden önce biliyordum. Onun üzerinde hiçbir hak ileri sürmiyeceğimi de biliyordum. Bu olamazdı da . . . Bunun için, elimden geldiği kadar onun güzelliğinden kendime pay çıkarmamaya çalışıyordum. Şimdi de gerçekten biri ortaya çıkıp kızı elinden alınca, bu şaşkın adam afallayıp kalıyor.
Öfkemden dişlerimi gıcırdatıyorum, halime gülüyorum. Madem alınyazın buymuş, katlanmalısın rliyenlere daha çok, kat kat gülüyorum. Bu beş para
etmeyen adamlar gözüme görünmesin! Ormanlarda koşup duruyorum. Lotte'nin yanına dönüp de, küçük bahçedeki kameriyenin altında Albert'i onunla başbaşa bulunca, daha öteye gidemiyeceğimi anlıyorum. Bu beni çıldırtıyor, şaşkına dönüyorum, ne yaptığımı bilmiyorum. Lotte bugün bana, "Tanrının adı için sizden rica ediyorum," dedi, "bir daha dün akşamki gibi yapmayın! Çok neşelenince, korkunç oluyorsunuz." Söz aramızda, Albert'in işi çıksa da bir
yr.na gitse diye dört gözle bekliyorum. Hemen oraya damlarını. Onu yalnız bulmaktan başka bir şey. istemem.
8 Ağusto>
Rica ederim, sevgili Wilhelm, alınyazısına katlanmak gerektiğini söyleyen kimseleri kötülerken seni aklımdan geçirmediğime inan! Senin bu düşün
cede olabileceğini gerçekten düşünmedim. Aslında haklısın da ... Yalnız bir nokta var, dostum! Dünyada };er iş, şöyle olsun, böyle olsun demekle bitmiyor. Atmaca burunla yassı burun arasında ne kadar ayrılık \arsa, duygu ve davranışlar da o kada.r değişiktir.
Öne sürdüğün delili kabul etmekle beraber, beni çemberi içine almak istediğin mantık oyunundan nynlma çabamı da hoş göreceksin, sanırım.
Diyorum ki1 Lotte'yi elde edeceğini ya umuyor-
sun, ya ummuyorsun. Umuyorsan, bunu gerçekleş1 irmeye, istediğini elde etmeye çalış; ummuyorsan, kendini toparla, seni yiyip bitirecek olan bu kara
rcvdadan kurtulmaya bak. Ah, dostum, söylemesi ne kadar kolay!
İçin için kemiren bir hastalığın durmadan ölüme yaklaştırdığı bir hasta var. Kalbine bir hançer saplayıp bu acıdan kurtuluvermesini o hastadan istiyebilir misin 't Onu kemiren bu illet, ondan kendini kurtaracak hal bırakıyor mu?
Buna karşı bana belki de şöyle diyeceksin: Korku ve kaygı içinde hayatını tehlikede gören bir kimse, kolunun birini fedaya razı olmaz mı? Bunu bilmem. Birtakım benzetişlerle tartışmayalım. Yeter. Evet, Wilhelm, bazen öyle ateşli, öyle başıboş bir cesaretim oluyor ki, nereye gittiğimi bilsem, hiç durmıyacağım.
Akşam üstlj
Çoktandır ihmal ettiğim anı defterim bugün yine elime geçti. Bu yolda bilerek adım adım nasıl yürüdüğüme şaştım. Daima durumumu iyice görmüşüm. Ama yine de bir çocuk gibi davranmışım. Bugün de böyle görebiliyorum. Ama hiçbir kurtuluş belirtisi yok,
10 Ağustos
Ben bir deli olmasaydım, dünyanın en rahat, en mutlu adamı olurdum. Bir insanı mesut etmek için, içinde bulunduğum şartlar kadar elverişli olanlar kolay kolay bir araya gelmez. İnsan kendi saadetini kendi yaparmış sözü ne kadar doğru ! O sevimli -.i.İeniıi hir üyesi olmak, ihtiyar tarafından bir oğul gibi, çocuklar tarafından bir baba gibi sevilmek .. Lotte tarafından sevilmek.. Sonra, iyi kalpli Albert.. Hiçbir aksiliği ile saadetimi bozmaz. Bana daima candan bir dostluk gösterir. Lotte'den sonra dünyada en çok
sevdiği kimse benim! Birlikte gezerken Lotte'den naıl söz ettiğini bir duymalısın, Wilhelm! Dünyada a.ramızdaki ilişkiden daha gülünç bir şey yok
tur. Ama yine de bu sık sık benim gözlerimi ya· şartı.r.
Bana Lotte'nin annesinden söz açınca, ölüm döşeğindeyken evi ve çocukları Lotte'ye teslim edip Lotte'yi de kendisine nasıl emanet ettiğini, Lotte'nin o andan itibaren nasıl bambaşka bir insan olduğunu, ciddiyeti ve evin idaresindeki titizliği ile nasıl gerçek bir anne haline geldiğini, işten güçten bir an bile haş alamadığı halde yine de neşesini ve canlılığını
kaybetmediğini anlatır. O bunları anlatırken ben yanında yürür, yol boyunca çiçekler toplardım. O. ' . nlan
üzene bezene bir buket haline getirdikten sonra akıp
giden ırmağa atar, suyun üstünde hafifçe kayarak gi
dişlerini arkadan seyrederdim. Albert'in burada kalıp, saraydan dolgun maaşlı bir iş alacağını bilmem sana yazdım mı? Sarayda pek seviliyor o. İşindeki titizliği ve çalışkanlığı konusunda onun gibisini pek az
gördüm.
12 Ağustw Albert gerçekten eşi olmayan bir insan. Dün ı:ı.rı:ımızda garip bir olay geçti. Vedalaşmak için yanına
gitmiştim. Dağda bir at gezint:Si yapmak istiyordum. Şimdi bu mektubumu da sana oradan yazıyorum. Odasında bir aşağı bir yukarı dolaşırken tabancaları gözüme ilişti. "Yolculuğum için şu tabancaları bana versene," dedim. "Doldurmak zahmetine katlanırsan vereyim," dedi. "Zaten ben bunları adet yerini
bulsun diye tutuyorur: ." Bir tanesini aldım ; o sözüne devam etti: "Kenıli dikkatsizliğim yüzünden ba1ma kötü bir iş geldiğinden beri böyle şeylerle hiç uğraşmıyorum." Acaba ne oldu diye meraklandım. "Üç ay kalmak üze.re bir arkadaşımın çiftliğine gitmiştim," diye anlatmaya başladı; "yanımda bir çift. t$! banca vardı. Tabancalar boştu ama, ben yine rahat· ça uyuyordum. Yağmurlu bir ndü. İşsiz güçsüz otıı-
ı urken, nasıl oldu bilmem, içime bir kurt düştü. Ya bir baskına uğrasak, diye düşündüm. Tabancalarımız dolu olmalıydı. İnsanın içine kurt düşmeye görsün, ondan sonrasını bilirsin. Tabancaları uşağıma verdim, onları temizleyip doldurmasını söyledim. Uşak, bu işi yaparken hizmetçi kızlarla şakalaşmaya, tabancalarla onları korkutmaya başlamış. Derken nasıl olmuşsa olmuş, tabanca ateş almış. Harbisi de içindeymiş. Harbi, bir kızın sağ elinin başparmağına rastlamış ve parmağı parçalamış. Kızın epeyce der
dini çektim; üstelik tedavi masraflarını da ödedim. O günden beri h,içbir silahı dolu bırakmam. Gö.rüyorsun ya dikkatli olmak yetmiyormuş, aziz dostum? Tehlike kendini önceden belli etmiyor. Bununla beraber .. . " Bilirsin, ben Albert'i çok severim ama, 'bununla be.raber'lerinden hiç h,oşlanmam. Her kuralın istisnasının bulunması tabii değil midir? Bu iyi adamın da bir kusuru var, adalete öylesine düşkündür ki, sözünde aceleci, genel yargılı, şüpheli olduğunu farkedince, konuşmasının çerçevesini daraltmaya başlar ; ötesini berisini öyle kırpar, değiştirir, ekler yapar ki, sonunda konu kaybolup gider.
Bu sefer de yine konunun pek derinlerine daldı. En sonunda onu hiç dinlemez oldum, kendi hayallerime daldım. Birdenbire tabancanın ağzını sağ gözümün üstünden alnıma dayadım. Albert tabancayı
elimden alarak, "aman, ne yapıyorsun?" dedi. "Dolu değil," dedim. Telaşla. "olmasa da, ne olur ne ol-
maz?" diye karşılık verdi. "Bir insanın kendini vu
racak kadar deli olacağını düşünemiyorum. Bunu düşünmek bile tüylerimi ürpertiyor."
"Siz insanlar,'' diye haykırdım, "bir şeyden söz ederken, "bu yanlıştır, bu doğrudur, bu iyidir, bu kötüdür" diye kestirip atmadan yapamazsınız. Bu ne
demektir? Herhangi bir olayın asıl nedenlerini araştırdınız mı? Bu olayı doğuran, önüne geçilmez hale koyan sebepleri arayıp buldunuz mu? Eğer bunu yapsaydınız, hükümlerinizde bu kadar aceleci olmaz
dınız."
"Ama kabul edersin ki," dedi Albert, "sebebi ne olursa olsun, bazı işler suç olmaktan kurtulamaz."
Omuz silkip, ona hak verdim. "Ama, dostum," dedim, "bunda da istisnalar vardır. Hırsızlığın bir suç olduğu doğrudur ama, kendini ve çoluk çocuğunu açlıktan kurtarmak için hırsızlık yapan bir insana acımalı mı, yoksa onu cezalandırmalı mı? Haklı bir
' öfkeye kapılıp vefasız karısı ne onu baştan çıkaran adamı boğazlayan bir kocaya, en çok hoşnutluk için· de olduğu bir anda aşkın karşı konmaz zevklerine ka· pılıp kendini kaybeden bir kıza ilk taşı atacak bir inı;'an çıkar mı? Kanunlarımız o taş yürekli bilgin tas lakları bile böyle olaylar karşısında duygulanıp ce zadan kaçınırlar."
Albert, "Bu bambaşka bir mesele," diye cevap verdi; "ihtiraslarına kapılan kimse düşünme gücü·
nü kaybeder. Ona bir sarhoş, bir deli gözüyle ba .. kılır.''
Gülerek, "Ah, bizim akıllı geçinenlerimiz ?'' dedim. "İhtiras, sarhoşluk, delilik, işinize nasıl gelirse öyle dersiniz. Sizde bir duygusuzluk, bir vurdum duymazlık var ey ah]akçılar ! Kimini sarhoş diye azarlar, kiminden deli diye yüz çevirir, hatta papazlar gibi daha ileri giderek sizi de onlar gibi yaratmadığı için
yobazlar gibi Tanrıya şükredersiniz. Ben ·birkaç ke;re sarhoş oldum, delilik derecesine yakın ihtiraslara kapıldım. Ama ikisinden de pişmanlık duymuyorum. Çünkü böylelikle, büyük ve imkansız işler başarmış bütün üstün insanlara neden sarhoş ve deli dendigini anlamış oldum.
Günlük hayatımızda da, kendi isteğince, üstün ve beklenmiyen bir iş tutmuş olan her insanın arka
sından sarhoş, deli diye çağırıldığını işitmek çekilmez
bir şey. Utanın, ey akıllılar ! Utanın, bilgiçler !"
Albert, "İşte gene tabiatın garipliklerini gösteriyorsun," dedi. "Herşeyde aşırı gid&sin. Hiç olmaz·· sa, şimdi söz konusu olan intiharı büyük işlerle karşılaştırmakta tamamen haksızsın. Oysa o, bir zayıflıktan başka bir şey sayılmaz. Çünkü ölmek, bin· bir sıkıntı dolu bir hayata göğüs germekten şüphesiz daha kolaydır."
Sözünü kesmek üzereydim. Çünkü, ben böyle içten konuşurken beylik sözlerle karşıma dikilenlere d:-ıyanamam, çileden çıkarım. Ama böyle sözleri çok din-
!ediğim, bu konuda çok kimselerle atıştığım için kendimi tuttum, ona sertçe cevap verdim: "n buna zayıflık mı diyorsun? Rica ederim, herkesin dediğine aldanma! Başındaki zorbaların boyunduruğu altında inleyen bir millet, günün birinde kükreyip zincf'rlerini koparırsa seiı buna zayıf millet diyebilir misin? Evinin saçaklarUH alevlerin sardığını gören bir insan bu korku içinde sinirleri gerilerek, başka zaman yerinden kıpırdatamadığı ağır yükleri kolaylıkla kaldırırsa; gördüğü hakaretten öfkelenen bir adam altı kişiye karşı koyar, onları yenerse, buna da zayıflık
mı demek gerek? Peki, dostum, çabalama bir kuvvetse, üstün bir gayret neden bunun aksi olsun?" Al· tert yüzüme bakarak şöyle dedi: "Kusura bakma ama, verdiğin örneklerin konu ile hiç ilgisi yok." "Olabilir," dedim, "zaten benim düşünce tarzımı saçma bulanlar az değildir. Başkaları için değerli olan
hayat yükünü sırtından atmaya karar veren bir insanın içinden neler geçtiğini başka bir yoldan anlayıp anlayamıyacağımızı araştıralım. Çünkü bir şeyi r.nlamadan onun üzerinde konuşmak doğru olmaz.
"İnsan tabiatının belli sınırları vardır," diye devam ettim ; "sevince, sıkıntıya, acıya bu sınırlar içinde katlanabilir. Sınırı aştı mı, perişan olur. Öyleyse burada sorun, bir insanın zayıf veya güçlü olması değil, maddi veya manevi acılara dayanıp dayanamıyacağıdır. Yaşamına son veren insana korkak demekle, ateşler içinde yanıp kavrularak ölen bir
kimsenin korkak olduğunu söylemek arasında bir fark göremiyorum."
Albert, "hayır, hiç de öyle değil !" dedi. Sanc'ağın kadar da farklı değil," diye cevap verdim. "İnsanın bütün gücünü yokeden, bir dalı kendine gelemiyecek ve hiçbir değişiklikle yaşayışını eski duruma koyamıyacak kadar kolunu kanadını k1ran bir
hastalığa öldürücü · hastalık dediğimizi kabul ediyorsun.
Öyleyse, dostum, şimdi bunu manevi alana uygulayalım. Manen kolu kanadı kırılmış bir insanı gözünün önüne getir. Herşey onun üzerinde nasıl bir
iz bırakır, düşünceler onda katılaşıp kalır, sonunda tutulduğu karasevda onun bütün düşünme gücünü· alır, onu mahveder.
Soğukkanlı, aklı başında bir insanın, o zavallıun halini görmeyip ona öğüt vermesi boşunadır. Hastanın yanı başında duran sağlam bir insan, kendi gücünden birazını onun damarlarına akıtabilir
mi?"
Albert için bu, fazlasiyle genelleştirilmiŞ bir konuşmaydı. Kısa zaman önce suda boğulan bir kızı cra hatırlattım ve hikayeyi tekrarladım : "Bu, bir . evin dar çevresi içinde, her gün tekrarlanan işleri yaparak yetişmiş hoş ve genç bir kızdı. Pazar günleri, uzun zamandır edindiği süslü elbiselerini giyerek r:rkadaşlariyle birlikte şehrin çevresinde bir gezinti yapmak, bazen de bayram geldikçe dans etmek, bu-
ııun dışında bir komşu kadınla çeşitli konular üzerin(.1e birkaç saat tatlı tatlı dedikodu yapmaktan başka bir eğlencesi yoktu. Sonunda, ateşli tabiatında yeni
yeni duygular uyanmaya başladı. Erkekierin iltifatları bunları daha da çoğalttı. Eski zevkleri gittikçe tadını kaybetti. En sonunda, bir adama rastladı; karşı koyamadığı belirsiz bir duygu ile ona bağlanıh. Bütün ümitlerini ona bağladı. Çevresini ıyıce
unuttu. Onun dışında hiçbir şeyi işitmez, görmez, duymaz oldu. Yalnız on1:1n için yanıp tutuşuyordu. Kararsız bir hiçliğin tadsız eğlencelerine kapılmadan yalnızca bir amaca yönelmişti; onun olmak, ona sonsuzca bağlanıp yokluğunu duyduğu bütün saadeti };ulmak, özlediği sevinçlerin hepsini tatmak istiyordu. Ümitlerinin boşa gitmiyeceğinİ perçinleştiren söz verişler, arzularını kamçılayan pervasız okşayışlar bütün benliğini sarıyordu. Kendinden geçiyor, ilerideki sevinçlerinin sezgisi içinde yaşıyordu. Büyük bir sabırsızlık içindeydi. Sonunda, bütün isteklerine kavuşmak için kollarını açtı. Ama sevgilisi onu ter ketmişti. Bütün duyguları uyuştu ; ne yapacağını bilmeksizin bir uçurumun önünde duruyordu. Çevresi kapkaranlıktı. Ne bir ümit, ne bir teselJi, ne de bir çare vardı. Terkedilmişti, kendini yapayalnız hissediyordu. Önündeki uçsuz bucaksız alemi, kaybının yerini tutacak birçok zevkleri goremiyordu. Yalnızdı, herkes onu terketmişti. Gözü ka-
rarmış, içindeki müthiş sıkıntının yükü altında, acılarını boğmak üzere ölümün kucağına atılır. Bak, Albert, birçok insanın başından geçenlerin hikaysi bu. Söyle bakalım, hastalık sorunu da böyle değil mi? Tabiat, karmakarışık ve çelişen güçlerin la
birentinden kurtulacak bir yol bulamıyor ve insan
ölümün pençesine düşüyor.
'Deli kız! Bekleyip de işi olu runa bıraksaydı, üzüntüsü yatışır, onu teselli edecek başka birisi çıltardı,' deyip de geçenlere yazıklar olsun. Bunu söy
lemekle, 'deli, ateşler içinde kıvranıp ölüyor! Gücü kuvveti yerine gelip de kanlanıp canlanıncaya, karının coşkunluğu yatışıncaya kadar bekleseydi, hiçbir şeyi kalmaz, bugüne kadar yaşardı,' demek arasında ne fark va.r?"
Bu benzetmeyi henüz kavrayamamış olan Alheru, bazı itirazlar ileri sürdü ve bu arada şöyle dedi: "Sen sadece basit bir kızdan söz ettin. Onun gibi kabuğuna çekilmemiş, görüş açısı daha geniş olan akıllı bir insanın nasıl temize çıkacağını anlayamıyorum." "Dostum," dedim, "insan hep insandır; ihtiras kabarır, insanlık sınırları bir kimseyi zorlarsa, akıl az olmuş, çok olmuş, önemli değildir. Akı::.ine . . . Başka bir kere bundan . . ." Sözümü kesip, şapkamı aldım. Ah, içim öyle doluydu ki. . . Birbirimizi anlamadan ayrıldık. Şu dünyada birbirini anlamak ne kadar
15 Ağustos
Bununla birlikte insan için dünyada sevgi kadar gerekli bir şey yok. Lotte'nin beni kaybederse t:züleceğini anlıyorum. Çocukların beni her gün görmekten başka isteği yok. Bugün Lotte'nin piyanosu· nu akort etmeye gitmiştim. Ama bu işe bir türlü E·im değmedi; çocuklar bir masal yüzünden peşimi bırakmadılar. Lotte bile, dediklerini yapmaktan başka yol olmadığını söyledi. Kahvaltılarını ben yaptırdım. Şimdi yalnız Lotte'den değil, benim elimden de ekmeklerini alıyorlar. Sonra onlara, peri kızlarının hizmet ettiği prensesin masalını anlattım.
İnan ki, bu arada ben de birçok şeyler öğreniyorum. Masalların onlarda bıraktığı izlenimlere şaşıyorum. Vaktiyle anlattığım bir masalda kendiliğimden uydurduğum yerleri ikinci söyleyişimde unutursam,
hepsi birden, geçen defa böyle söylememiştin, diyorlar. Bu yüzden, şimdi onlara masalları ezbere şiir okur gibi hiçbir yerini değiştirmeden aynı ahenk içinde anlatmaya çalışıyorum. Bundan anladım ki, l.ir yazar ikinci basılışta hikayesini değiştirirse, eskisinden daha iyi şekle de soksa, yine de eserine zarar vermiş olur. Biz insanlar daima ilk izlenime değer veririz. İnsan, en inanılmıyacak şeylere kanabilecek yaradılıştadır. Ama bir kez kafasına bir şey yerleşti mi, onu söküp atmak isteyenin vay haline ?
18 Ağustos
Nasıl oluyor da, insanı mutlu eden bir şey aynı zamanda onun telaketinin de kaynağı oluyor ·
Beni hazlar içine gömen, çevremi bana cennet haline getiren hareket dolu tabiat karşısındaki coşkun ve sıcak duygularım, şimdi benim için çekilmez
bir dert, her yerde peşimden gelen işkence edici bl:ı.· zebani oldu. Kayaların üstünde durup ırmağın üze
rinden o tepelere bakar, verimli vadiyi seyreder ve çevresinde herşeyin filizlendiğini ve topraktan fışkır
dığını görürdüm. En aşağılardan tepelere kadar yüksek ve sık ağaçlarla kaplı dağları, en glizei uı:manların gölgelediği kıvrım kıvrım vadilel'i seyre
c erdim ; hışırdayan sazların arasından ırmak tatlı tatlı kayıp gider, ılık akşam rüzgarının gökyüzünue
kıpırdattığı sevimli bulutları aynasında yansıtıyordu. Sonra ormanda kuşların cıvıldadığını duyardım. Milyonlarca sivri sinek güneşin son kırmızılığı içinde oynaşıp dururdu. Güneşin son titretici bakışı, vızıldayan mayıs böceğini otların arasından azat ederdi. Yerdeki vızıltı ve kıpırdanışlara kulak kesilirdim. üstünde durduğum sert kayadan besinini almaya çalışan yosun, çıplak kum tepenin diplerinde büyüyen çalılar, bana tabiattaki gerçek, coşkun, mukaddes canlılığı anlatıyordu. Bütün bunları sıcak kalbime dolduruyor, kendimi sonsuz bir yücelik içinde tanrı-
!aşmış gibi hissediyordum. Uçsuz bucaksız bir alemin ulu görüntüleri içimi alabildiğine coşturuyordu. Yüce dağlar çevirmişti beni. Önümde uçurumlar vardı. Seller kabarmıştı, ayaklarımın altında ırmaklar
çağıldıyordu. Ormanlar ve dağlar uğulduyordu. Bütün bu anlaşılmaz kuvvetleri ve onların toprağın der::.nliklerinde birbirine etkileyip birbirini meydana
getirdiğini gördüm. Yeryüzünde ve gökte sayısız yaratıklar var. Hepsi de binbir şekillere bürünmüş. İnsanlar da evlerine çekilmiş, yuvasına yerleşmiş, akıllarınca bu sonsuz aleme hükmediyorlar. Kendi küçük olduğu için herşeyi pek az farkeden zavallı budala ! Aşılmaz dağlarda, ayak basılmamış çöllerin üzerinde, bilinmeyen okyanusun öbür ucuna kadar her yerde yaratıcının ruhu dolaşıyor, onu duyan ve yafıayan her toz zerresinden bile hoşnut oluyor. Bir zananlar sonsuzluğun köpüren bardağından yaşamının coşkun sevincini içmek, herşeyi kendinde ve kendi kudretiyle meydana getiren varlığın yüceliğinden bir damlasının sinemdeki zayıf kuvvetin içine döküldüğilnü bir an için duymak üzere, üstümden uçan turnanın kanatlarına binip o uçsuz bucaksız denizin öbür kıyısına gitmeyi ne kadar isterdim.
Yalnız böyle zamanlarımı hatırlamak beni mesut ediyor, kardeşim. Bu tarifsiz arzuları hatırlamak ve tekrar ifade etmek çabası bile ruhumu yüceltiyor, şimdi içinde bulunduğum durumun kaygısını bana iki katlı duyuruyor.
Önüme sanki bir perde gerildi. Sonsuz hayat
r.0anzarası, önümde ebediyen açık duran bir meza•a dönüyor. Herşey gelip geçince, şimşek hıziyle kaybolup gidince, varlığına bu kadar az bir zaman sahip ulan bir vücut akıntıya kapılıp sulara gömülerek kayalarda parçalanınca sen buna artık varlık diyetilir misin? Kendini ve etrafındakileri kemirip yemediğin bir an yoktur. Elinde olmayarak, her an ö
rüne geleni yıkarsın. En masumane bir gezintin bile binlerce zavallı böceğin hayatına mal olur. Binbir zahmetle meydana gelmiş karınca yuvalarını bozmak, küçük bir alemi mezara çevirmek için bir adım tınan yetişir. Bana dokunan, dünyanın bazı büyük felaketleri, köylerinizi silip süpüren su baskınları, şehirlerinizi yıkan yer sarsıntıları değil. Tabiatın tümünde saklı duran, etrafındakileri ve kendini yıkacak hiçbir şey meydana getirmeyen kemirici bir kuvvet beni yıkıyor. Ben böyle şeylerden korkmuş halde sendeliyerek dolaşırım. Yerle gök ve onların yaratıcı güçleri çevremi sarmış ; hiçbir zaman gözü doymayan, yırtıcı bir canavardan başka bir şey görmüyorum.
21 Ağustos
Sabahleyin sıkıntılı bir rüyadan sonra uyanınca kollarımı ona doğru boşuna uzatıyorum. Mutlu ve temiz bir rüyaya aldanarak, kendimi onun yanında
çimenlerin üstünde oturmuş, eli elimde, ellerini binh·rce öpücükle okşar sanıp geceleyin yatağımda onu boşuna ararım. Ah, henüz daha yarı uyku halindeyken onu yanımda aradıktan sonra iyice kendime gelince, içim sıkıntıdan kan ağlıyor, karanlık bir gekcek yüzünden acı gözyaşları döküyorum.
22 Ağusto
Acınacak haldeyim, Wilhelm, bütün gücüm kuv" etim kayboldu. Yine de yerimde duramıyonim. Boş Jrnlmak elimden gelmiyor ama, bir şey de yapamıyorum. İfade gücüm yok artık. Tabiat karşısında duygulanmıyorum. Kitaplardan tiksiniyorum. Ken
dimizi kaybettiğimiz zaman herşeyi kaybediyoruz. Sa
ŞİMDİ OKUDUĞUN
Van Goethe- Genç Werther'in acıları
Roman d'amourAlman edebiyatının en büyük adı kuşkusuz Goethe'dir. Goethe'nin büyük ününü oluşturan yapıtlar arasında en başta Faustla Verter gelir. Bu dahi yazarın Genç Werther'in Acıları adını verdiği roman zamanında o kadar derin bir etki yaratmıştır ki bu ro...