2

1.2K 17 2
                                    

Bazen hayata dair umutlarınız, hayalleriniz, beklentileriniz olur. Ertesi gün için, birkaç gün sonrası için hatta gelecek yıl için plan yaparsınız. Bilmezsiniz ki Tanrı 'nın size güldüğünü. Sadece hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarız. Insanoğlu böyleydi işte sadece plan yapardı. Düşünmezdi ki onunda birgün solup gideceğini, zamanı geldiğinde yaprakların sararıp yere düştüğü gibi yok olacağını bilemezdi.

Gözlerimden damlayan tuzlu su artık tenimi kavurmaya başlamıştı. Aklımı kaybedecek,kendimden geçecek gibi oluyordum. Şimdi ise hayatımda ilk defa gördüğüm bu yabancıya annesini bulmaya söz vermiş yaşlı bir teyze gibi güveniyordum. Neden bana uzattığı o eli hiç düşünmeden tutmuştum? Neden ilk defa gördüğüm bu adama güvenmiştim?

Kırılacak olan nadide bir parçaymışım gibi tuttuğu ellerimin yanında çoktan parçalara ayrılıp, yerle bir olmuş kalbimden haberi yoktu.

Koyu mavi bir arabanın önüne geldiğimizde nazikçe açtığı kapıda bir müddet bekledim. Tereddüt etmiştim. Üzerime eğilen bakışları, şeftali kokan teni kendini hissettirdiğinde ona döndüm. Sanki o da ne yaptığını bilmiyormuş gibiydi. Açtığı kapıyı yavaşça kapatıp bedenimi tamamen kendine çevirdiğinde sadece ona odaklanmıştım .

- Eğer tereddüt içindeysen sadece gözlerime bak. Gözler asla yalan söylemezler.

Söylediği sözlerin ağırlığı, üzerime bir çığ gibi otururken bazı şeyleri tartıyordum. Bu ölüm yada yaşamak arasında seçim yapmak gibiydi. Gidersem ya ölecektim yada ölene dek mutlu olarak yaşayacaktım. Ikilemde kalmak dünyanın en zor şeyi idi. Denemekten başka çarem yoktu. Yurda gidemezdim,evime de öyle. Orası artık bana ait değildi. Hafif bir gülümsemeyle elini ona göre kısa olan parmaklarımla kavradığımda herşey için artık çok geçti. Tekrar açtığı kapıdan ıslak bedenimi içeriye attığımda, kış gününde ateş bulmuş küçük bir çocuk gibi sıcaklığa sarılmıştım . Içim yanıyordu. Oluk oluk akan kanın içinde kendi benliğim artık gözükmüyordu. Ateşten, acıdan yaratılmış bir Jungkook vardı artık. Ben en ufak şeye ağlayan ben,her istediğimi aldırana kadar didinen ben,herşeye sahip olan ben o çocuğu kaybetmiştim. Onu da ailemle birlikte sonsuzluğa uğurlamıştım.

Her insan yaşamayı hak eder. Önemli olan doğru yaşamaktı.

Ağlamakla geçirdiğim yolculuğun sonunda biraz olsun kendime gelebilmiştim. Ince beden arabadan inip kapımı açtığında kendimi zorla da olsa dışarıya atabilmiştim. Iki katlı şirin bir villaya benzeyen bu yerin benim yakarışlarım olacağını bilemezdim. Belki herşey yerine otururdu. Belkide herşey sarpa sarardı. Kimse bilemezdi,hiçkimse ne olacağını bilemezdi.

Önden yürüyen bedeni takip ediyordum. Elimden yalnızca bu geliyordu. Kaderin bana biçtiği bu hayatta sürüklenip gidiyordum. Sonuçların nereye varacağını, nereye gittiğimi bilmeden sadece gidiyordum. Olacakları düşünmeden, üstüme aldığım yalnızlığıma sarılıp yürüyordum.

Açılan bu kapı neye,nereye açılıyordu? Eski bana mı yoksa gelecekte bambaşka olacak olan bir bana mı? Bütün bunları öğrenmenin tek yolu kapıları sonuna kadar aralamaktı. Bende öyle yaptım. Açılan bu kapıdan hiç beklemeden kendimi bıraktım. Getirileri yada götüreceklerini hesaplamadan sadece inandım. Herşeyin daha güzel olacağına inandım.

Acıdan işlevini yitirmiş burnuma zorlada olsa ulaşan şeftali kokusu oldukça tatlıydı. Bu şeftali kokusuna karışıp solacağımı tahmin edemezdim. Büyük salona uyum içerisinde konulmuş kahve koltuklar garip bir hava yaratmıştı. Üzerinden çıkardığı ceketi sandalyeye astığında bütün dikkatimi ona yöneltmiştim. Hafif bir gülümsemeyle bana oturmamı söylediğinde en kıyı köşede kalmış tahta bir sandalyeye oturmuştum. Burası benim değildi. Istediğim gibi hareket edemez,ona ait olan kurallarını bir hiç gibi yok sayamazdım. Bana yetecek olan bu sandalyeye oturduğumda üzerimde dolanan bakışlarına aldırış etmemeye çalıştım. Yavaş adımlar atarak bana yaklaştığını seziyordum. Sonra tekrar burnuma nüfuz eden o mayhoş şeftali kokusunu. Bir anne gibi kokuyordu. Şefkatli bir anne.

Kemikli parmakları çeneme dokunduğunda bütün ışıkların kapandığını, yalnızca onun gözlerinin parladığına şahitlik edebilirdim. O sanki buradan değilmiş gibiydi. Yumuşak sesi kaskatı kesilmiş bedenine değdiğinde bütün dikkatimi toplamaya çalıştım.

- Ne düşünüyorsun bilmiyorum fakat güzelim burası artık senin,benim,bizim. Nasıl davranmak istiyorsan öyle davran. Kendini asla sığıntı gibi hissetme. Sen artık buraya aitsin.

Nedendir bilmem ama sanki bir büyü yapıyormuş gibi sadece ona itat ediyordum. Kendini kötü hissetmesini yada kalbini kırmak istemiyordum. O bana bir iyilik yapmıştı. Ona borcumu minnet duyarak en iyi şekilde ödeyecektim. Gıcırdayan sandalyeden kalktığımda rahat olduğu her hâlinden belli olan koltuğa doğru yürüdüm.

-Daha iyi hissedeceğin kıyafetler getireyim. Daha sonra içini ısıtacak sıcak bir kahve yapayım.

Başımı salladığımda mermer merdivenleri çıkıp gözden kayboldu. Ben ise yine yalnızlığımla baş başa kalmış nasıl hâlâ yaşadığımı sorguluyordum. Kendinden önce gelen hoş kokusu bazı şeylerin büyük habercisiydi. Önce kokusu ,ardından sesi çıkageldi ıssız kalbimin sokaklarına. Sonra biraz ışık yayan sokak lambasının altında dinlendi. Sanki geçtiği solmuş bedenimin çiçekleri yeniden yeşeriyor,yeniden can buluyordu.

Elindeki pijama takımını uzattığında titreyerek almıştım. Üşüyordum bunu daha yeni anlıyor olmam benim aptallığımdı. Ben büyük bir aptaldım. Titreyerek aldığım kıyafetler parça parça annemi hatırlattığında hâli hazırda bekleyen gözyaşlarım ezbere bildiği yollardan geçerken, hıçkırıklarım boğazıma takıldı. Dikenli bir tel yutmuş gibi yırtarak geçerken içim kan ağlıyordu.

Sadece yüzüme bakan bu adamın aklından ne geçtiğini bilmiyordum. Çözmesi zor bir bilmece,saklaması zor olan bir sır gibiydi. Bense acınası bir aptaldım. Geriye doğru birkaç adım attığında arkasını döndü. Sadece arkasından bakıyordum. Acımla beni büyük bir çukura hapsettiğinde öylece kalakaldım.

Ne kadar zaman geçti? Günler? Aylar? Peki yıllar? HAYIR. Sadece birkaç dakika . Birkaç dakika katlanamadığım bu acıya ölene dek katlanamazdım. Boşa çabalıyordum. Çırpındıkça daha çok dibe batarken elimi tutup güneşi gösterecek kimse yoktu. Asla içmeme izin verilmediği kahvenin baskın kokusu genzimi yakıp geçerken gözyaşlarımı hızla sildim. Onu üzmeye hakkım yoktu. Renkli kupalardan birini bana uzattığında karşı koltuğa geçip oturdu. Benim gibi içi fokur fokur kaynayan kahveden bir yudum aldığımda bağırmaktan yara olmuş boğazıma değen sıcaklıkla yüzümü buruşturdum. Sonra tekrar ağlamaya başladım. Boğazımın acısından değildi. Yanan yüreğimin acısını bastırmak istercesine tekrar tekrar ağladım. Asla bir su serpilmeyecekti bu ateşler içinde kalan yüreğime .

Ne kadar ağladığımı hesaplayamayacak kıvama geldiğimde başım ağrıyordu. Büyük bir kazan gibi dolmuş taşmış benliğim daha fazlasını kaldıramazdı. Uykunun gece karanlığı gibi bastırdığı anda kafam yumuşak mindere düştü. Sonra bir gölge hissettim. Ardından üzerime örtülen pikenin sıcaklığını ve kor ateş gibi ormanıma düşen sesini işittim.

- Sana henüz adımı söyleme fırsatım olmamıştı. Ben Park Jimin. Seni tanıdığıma oldukça memnun oldum güzelim .

Bugün öğrendiğim bu ismin beni kasıp kavuracağını asla bilemezdim.

Uzun süre oldu yazmayalı. Nihayet birşeyler yazdım. Umarım begenirsiniz.^^

Yayımlanan bölümlerin sonuna geldiniz.

⏰ Son güncelleme: Apr 07, 2019 ⏰

Yeni bölümlerden haberdar olmak için bu hikayeyi Kütüphanenize ekleyin!

OH MOM(Jikook)Hikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin