1. Bölüm
‘Mtrgtcz’
‘Hadi kızım, insene arabadan.’ Sokağın okula bakan tarafına park etmişti babam arabayı. Lisenin ilk günü sürünerek evden çıkmıştım. Öyle görünüyordu ki okula ilk girişim de sürüngen gibi olacaktı. Bize ortaokul zamanı tüm hocalarımız ‘çalışmayın çalışmayın da o okuldaki serserilerin yanına gidin liseye’ derdi. O okuldan kasıtları bir sürüngen gibi girmek üzere olduğum bu ‘toz pembe’ boyalı okuldu. Arabadan binlerce lanet savurarak indim. Ellerimi bağlayıp olduğum yerden uzunca okulu seyretmiştim. Bir kaç sınıf büyüğüm olduğunu düşündüğüm küçük suratlı bir kızın yanımdan geçerken bana çarpmış olması istifimi bozdurmamıştı. ‘Ayy pardon canım’ dediğinde dudağımın sol tarafı hafifçe yukarı kalktı ve gözlerim kısıldı. Sadece bir kaç saniye… Okul küçüktü, bahçesi de. Yavaş yavaş yürümeye başladım. Kapıdan girerken esmer, zayıf, orta boylu ve gözlüklü bir adam okulun eski öğrencileriyle takılıyor, aralarında sohbet ediyorlardı. Bekçi Faruk’la tanışın. Ya da durun daha ben bile tanışmadım. Giriş kapısından bahçeye girince ilk olarak öğretmenlerimizin ‘öğretmen maaşları da çok düşük’ diyerek hayıflandığı parayla aldıkları arabalarıyla karşılaşıyordunuz. Yavaştan sola doğru kıvrılarak inen küçük bir eğim sizi asıl bahçeye getiriyordu. Tören alanı. Binlerce öğrenci vardı, üstten bakınca kurt gibi vıngır vıngır kaynadıklarını hayal ettim. Kahretsin ben de içlerindeydim. Önyargı. Bu laf burada kalsın, bu hikayede lazım olacak. Herkes yavaş yavaş sınıfını bulup girmişti. Koğuşumuz 9-G olarak seçilmişti. Hapishane koğuşu değil hayır, bildiğiniz tımarhane koğuşuydu burası. Açıkçası bu sınıf insanın okula karşı ‘evet, dedikleri gerçekten doğruymuş. Bu okul tam bir yüzkarası.’ Diye düşünmesine yardım ediyordu. Aylar geçiyor ve kimin nasıl insan olduğunu daha net görüyordunuz. Küçük dağları ben yarattım havasındaki insanlar, onların yardakçıları, boş derslerde sınıfı boşalttırıp kızları kucağına alan ibneler ve tabi kucaktaki orospular. Ahh, Amerikalılar, Avrupalılar ve bilimum ‘gavur’ olarak nitelendirilen diğer insanlar. Selam olsun sizlere, biz de pek farklı değiliz bakmayın işte. Konuyu geri dönecek olursak bu sınıfta fazla vakit geçirmeyeceğimizi müjdelemek isterim önce. Sınıfta Merve ve Sibel ile anlaşırdım. Çıkışlarda da Emel ile giderdik eve. Merve ile bana ‘ayrılmaz ikili’ derlerdi. Gerçekten çok iyi anlaşırdık. İkimiz de bu sınıftan soyuttuk hep, zil çalar çalmaz 9-B sınıfına inerdik. Oraya Merve ve Sibel’in sayesinde gidip gelirdim ben de. Sınıftaki kızlarla kısa sürede kaynaşmıştık. Zil kulağımıza çalındığı anda kendimizi B’de buluyorduk. Biz inmediysek kızlar gelirdi. Boş derslerimizin kesiştiği bir gün 9-B’ye Fatma ve Ebru’nun yanına indik. Sınıfta kimse yoktu bizden başka. Neden bilmem elimize tebeşiri alıp tahtaya İngilizce ülkeleri yazmaya başladık. ‘Turkey, USA, Holland, England, Egpyt ve dahası.' Can sıkıntısı işte… Zilin çalmasına yakın sınıfın asıl sahipleri doluşmaya başlamıştı sınıfa. Futboldan dönen erkek öğrencilerden birinin dikkatini çekmişti tahtadakiler. Bay M. ‘Egpyt değil o Egypt. Yanlış yazmış kim yazmışsa’ dedi. Hadi kabul edelim yukarıda yanlış yazdığımı bile fark etmediniz. Hem karmakarışık bir kelimeydi hem de onca doğru yazılanı görmüyordu sanırım. Ahh, her ne kadar kendi sınıfımı sevmesem de burada pek tatlıya tuzluya karışmazdım. Ne derler; her horoz kendi çöplüğünde. Bugünden sonra ne zaman bu sınıfa girsem bay çok bilmiş dikkatimi çekerdi. Nasıl sinir olurdum, anlatamam. Hayır hayır, şu an o klişenin kafanızda döndüğünü biliyorum. ‘Büyük aşklar nefretle başlar.’ Yapmayın, siz bari. Her ne kadar gerçeklik payı olsa da bunu duymak hoşuma gitmiyor. Biz böyle düşüneduralım Galatasaray mükemmel bir maça imza atmıştı bir önceki gün. Bir de fanatiğiz tabi ki. Günün sohbet malzemesi buydu. İkinci dersin tenefüsünde B’ye indik. Fatma önünde gazeteyle oturuyordu. Fanatik ya da Fotomaç’tı sanırım. Kocaman bir kucaklaşmadan sonra yanlarına oturdum. Hem gazetede yazanları okuyorduk hem de yorumluyorduk. İki kişi dikildi başımıza. Kafamı kaldırdım. Bu bizim çok bilmiş değil mi, evet o. Kolunu dayamış yanındaki arkadaşının omzuna gazeteyi okumak istiyorlardı. Sonuçta gazete benim değil, ben karışmam ama Fatma verme taraftarı değildi. Kendilerince espiriler yapıp Fatma’nın ‘alın gidin be’ demesi için uğraşıyorlardı. O kızdıkça kahkahaya boğuluyordu herkes. Kendimi tutuyordum ama komiklerdi. Hafif bir gülümseme oldu Fatma’ya bakarken yüzümde. O gülümsemeyle kafamı kaldırdığımda ‘nasıl kızdırıyoruz ama’ tarzında bir göz işareti yaptı, çok bilmiş. Benim gülümsemem uçtu gitti. Gazete de uçtu, sesler boğuklaştı, başımızdakiler uzaklaştı. ‘Bu çocuğun adı ne?’ dedim Fatma’ya. ‘M…’ dedi. Artık onun bir adı vardı, çok bilmiş değil. M…