Birbirimize çok şey anlatıyorduk ama hiç ses yoktu. Dakikalarca öylece kalıp dinlendikten sonra aklıma ebedi rakibim lüfer geldi. Güneş batmaya başlamıştı. Söylemeye bile fırsatım yoktu. Balık tutmak için en uygun zamandı. Ve o güzelim sinsi lüfer kaçacaktı. Koşa koşa oltayı alıp denizin 30 metre içindeki kayalığa yüzüp hemen takımları hazırladım. "yedim seni lüfer" deyip oltayı salladım. Bahar en başta bu kargaşaya "ne oluyor" falan diyordu ama beni oltaya koşarken görünce anladı. Balıkçılık bir hastalık gibi derler. "İnsanı eroinden kurtarabilirsiniz ama balıkçılıktan asla" da derler. Bunun çok güzel bir örneğiyim. Ben oyuncağıyla oyuna dalmış bir çocuk gibi lüferin peşine düşmüştüm, Bahar da o çocuğun annesi gibi arkamdan yüzerek çantayı getirmişti. Hep bu kayada balık tuttuğumdan ve yüzerek gelebildiğimden su geçirmez bir çanta almıştım. Onunla battaniye ve giyeceklerimi getirmişti yârim. Oltayı sabitleyip üstümü giyidim. Her pazar yaptığımız gibi balık olayını bana bırakıp battaniyeyi ikimizin üzerine gelecek şekilde örttü. Başını omzuma yatırıp yanımdan bana sarıldı. Öylece kaldı. Her pazar bunu yapıyorduk, anlaşılan o da hiç sıkılmıyordu. Ben saatlerce o oltanın başında beklerdim o da ben ne kadar beklersem o kadar sarılı kalırdı bana. Arada çantanın içinden mandalina çıkarıp ikimizi de elleriyle beslerdi. Yine hiç konuşmazdı, mandalinadan sonra battaniyeyi düzeltip tekrar sarılırdı. Saat 8 olup deniz karanlıktan petrol gibi olduğunda iki levrek ve birkaç yengeç arkadaş yakalamıştım. Yengeç kardeşleri evlerine yollayıp levrekleri kancalaya taktıktan sonra eşyalarımızla kıyıya döndük. Yine kurtulmuştu sinsi lüfer. Sudan çıkmıştık ve gece olmuştu ama hala bunaltıcı bir sıcak vardı. Üstümüzü değişip eşyalarımızı topladık. Motoruma yaslanıp
- Bahar, gelsene!
- dur, botumu giyiyorum.
- hızlı giyin de fotoğraf çekinelim.
- geldim geldim geldim geldim..!
- 'flash'ı aç yoksa bu karanlıkta balıklardan daha net görünemeyiz.
- a aa, benim ışığım yetmiyor mu?
- canım senin ışığını algılayacak bir teknoloji geliştiremediler bu kamerayla idare edeceğiz.
- neyse bu seferlik öyle olsun bakalım.
- o zaman 3 deyince levrek...
- 3
- levreeek...
Böyle hızlıca anlattığıma bakmayın onlarca fotoğraf çekindik. Sonra ceketlerimizi giyip motorlarımıza atladık.
- Bahar!
- ya ama...
- bak lüütfeen...
- tamam, hadi acıdım. Bu seferde ben takıyorum kaskımı.
- bana acıyıp da kaskını taktığın için çok teşekkür ederim canım.
- bir şey değil kuzum her zaman.
Gülüşüp motorları çalıştırdık. Her zamanki gibi önden ben gidiyordum. Tekrardan ormana girdik. Ağaçların içinde motorlarımızdaki farların aydınlattığı yolda ilerliyorduk. Ormanın içinden böylesine boğuk gelen Harley' in motor sesi ormanda koşuşturan bir kaplanı andırıyordu. Çok da geç kalmak istemiyorduk.
Yol biraz düzleşince hızımızı artırdık. Bir viraja geldiğimizde karşıdan bir tırın geldiğini gördüm. Öne doğru selektör yapıp dikkatini çektim ki dikkat etsin. Özellikle motordayken tır daha bir büyük duruyordu. Yanımızdan çok hızlı geçince oluşan rüzgâr motoru sarstı. Motoru eski ritmine soktum. Zaten ilk gelen rüzgârı ben karşıladığımdan Bahar hissetmeyecekti bile. Motoru düzelttiğimde yolun kenarına yaklaştığımı fark ettim. Motor mucurun(yolun kenarında biriken taş ve lastik parçaları)üzerinde yalpalanmaya başladı. Tır değil yolun kenarında biriken lastik parçaları motorun yalpalanmasına neden oluyordu. Aynı zamanda dönemeç eğiminden dolayı motor savruluyordu. Frene basmak motoru kaydırırdı ama böylesi taklaya kadar giderdi. Frenleyip yavaşlamaya çalıştım ama altımdaki mucur yüzünden motor yan yatıp altımdan kayıp gitti. Motorla birlikte yol dışına savruldum. Kollarımı göğüs kafesimi koruyacak şekilde birleştirip bacaklarımı kendime çektim. Birkaç takla attığımı hissettim ama üstümdeki donanım sayesinde sadece yuvarlandığımı hissediyordum. Bir an bir acı hissettim ama o anki kaza korkusu ve adrenalin hisleri köreltiyordu. Her şey durulunca gözüm ilk önce Bahar'ı aradı. Kafamı kaldırıp arkama baktığımda motoru kenara atıp üzerime koşmaya başlamıştı. Gözleri korkudan fal taşı gibi açılmıştı. Hemen dibime koşup çenemi avuçlarına aldı.
- bebeğim, iyi misin? Bir yerin ağrıyor mu?
- sakin ol, sakiin. Ben iyiyim de motor galiba sanayiyi özledi.
- ne motoru lan nasıl korktum. Salak düzgün sürsene... Emin misin bir yerine bir şey olmadı değil mi? Ben sandım ki...
- şoku atlatmış hem konuşuyor hem ağlıyordu. Dibine sokuldum, sarıldım
- şşş korkmaa. Bana bir şey olursa kim seni televizyon izlerken ısıracak? Ağlama hadi geçti. Islak yanaklarıyla sımsıkı sarılıyor, hıçkırıklarını dindirmeye çalışıyordu. Gözlerime bakıp:
- tatlı belam benim. Çok korktum. Cezalısın bir hafta kahvaltıyı sen hazırlıyorsun.
- ohoo, hanımefendiye bak hemen fırsattan istifade he.
- yok öyle. Hele bir eve gidelim motorlar da satılığa çıkıyor.
- ohoo hâkim hanım az merhametli olun ya.
- sen hiç konuşma!
- hadi hadi, yola düşelim anca eve varırız. Ama benim motor biraz hırpalanmış sanki.
- ara çekiciyi gelip götürsün buradan. Sen arkama atla.
- ama ben senden daha iyi bir sürücüyüm ya hani senin arkama binmen gerek sanki.
- tabi tabi gördük az önce iyi şoförü. Hadi eve...
Kalktığımda yuvarlanırken hissettiğim acının kaynağını fark ettim. Sol bacağımın yan tarafı da parçalanmış zırhın içinde 5 cm kadar bir yarık vardı. Sivri bir şey girip çıkmış. Bahar'a gösterdiğimde. İyice kötü oldu. Hemen oraya beni oturttu. Motordan sağlık çantasını getirdi. Tıp 3. sınıf öğrencisiydi Bahar ama şuan bir cerrah gibiydi. Hemen pansuman yapıp bandajladı. Bana sarılıp yavaşça ayağa kaldırdı.
- bandaj sağlam ama yine de dikkat et darbe alma.
- peki, doktor hanım. Ölecek miyim?
- daha değil ama eve gidince öleceksin.
- ama ya! Ben azarımı yemiştim.
- o daha fragmandı beyefendi. Sen evde neler olacak bir bilsen kalp krizi geçiriyor taklidiyle hastaneye gitmeye çalışırdın.
- ah kalbim...
- yemezler. Güya yavaş gidecektik. İbre 70 altına düştü mü hiç?
- ııı
- ya sana bir şey oldaydı...
- olmaaaz
- ben yoğun bakımın önünde seni görmemi engelleyen gözyaşlarımla boğuşsaydım. Bunu düşündükçe çok kötü oluyorum ama ya yüzüne beyaz çarşafın çekildiğini görseydim...
- ohoo ne yaptın be canım. Öldürdün mezara koydun şimdiden. Ben seni bırakır mıyım güzel gözlüm. Biz birlikte yaşlanacağız. 20 yıl sonra mesela, komidinin üzerinde hiç kurmadığımız bir kurmalı tatlı küçük bir çalar saatimiz olacak. Ben seni çok geç buldum öyle erkenden gidesim yok.
- sensiz dünya nasıldı hatırlamıyorum böyle kalsın tamam mı? Senden önce yaşamıyormuşum ben, sen gelince anladım.
Sonra sarılıp yavaş yavaş motora yürüdük. Bir saate eve vardık. Dolunay biz olmadan eve girmemiş. O kocaman çınarın dibinde bizi beklemiş. İndim motordan. "ben geldiiim" yaptım. Dolunay da gelip iki sırnaştı. Sonra eve geçtik. O akşam dediği gibi çok bi gazabına maruz kalmadım.
Korku onu çok yormuştu belli ki. Yine çok konuşmadık. Ama o akşam hiç olmadığı kadar yakınımdaydı. Sarıldı sımsıkı. Göğsümde yatıyordu ama ikimiz de uyuyamıyorduk. Gündüz sürpriz yapmak için hazırladığım küçük paket aklıma geldi. Bahar'ı çok rahatsız etmeden yavaşça cebimdeki küçük kutuyu çıkardım. Ne yaptığımı izliyordu. Paketi görünce:
- o ne? Dedi.
- Biliyorum ne yeri ne zamanı ama düşünüyorum da biz çok güzeliz. Ve tereddüt etmeden söyleyebilirim ki bu boynumda uyuman var ya bunu ömür boyu yapabilirim. Evlensek mi? deyip alyansı çıkardım. Bugün yaşadığı ikinci şoktu. Yavaşça yüzüğe uzandı. Eline aldı ama hiçbir duygu belirtisi yoktu. Gözlerime o kocaman gözleriyle baktı.
- Seni seviyorum. Deyip dudaklarıma yapıştı. Sonrasını ben de hatırlamıyorum.

ŞİMDİ OKUDUĞUN
LÜFER
Romanceİki sevgili. Birbirlerinin parmaklarıyla oynayan iki arkadaş. Birbirlerinin kokularıyla nefes alan iki eş. Artık ne derseniz.