Kendi ayakları üzerinde durmaya çalışan bir ülke ve onun sözde modern insanları ile 1870'li yılların içerisinde yaşıyoruz.
Kadınlar, ince ve uzun boyunlarına çiçek nakışlı fularlar takıp zarif ayaklarına yüksek ökçeli ayakkabılar giyerken erkekler onların renkliliğinin tersine kirli beyaz bir gömlek ve keten pantolon giymeyi tercih ediyorlar. Yalnız bu farklılığın aksine hepsinin ortak bir yönü var ki o da tam olarak üstünlük taslamak.
Yaşam şartları iyi ya da kötü farketmeksizin şuursuzca üstünlük taslamak.
Bu yüzden kendimi sorguluyorum. Burada doğdum, burada büyüdüm ve bu anlayıştaki bir ailenin kızıyım. Pekala, neden bunlar bana oturmuyor. Bu görüşler, bu yaşantı. Sıfırdan böyle bir yapıya doğduysam neden asla sözde bir prensesin yapamayacağı şeyleri yapıyorum.
Eğer pahalı işlemeler alamıyorsam alıyormuş gibi davranmak, kendimi zorla zengin göstermek benim varlığıma oldukça ters. Tahammül edemiyorum buna. Daha çok basit şeyler üzerinde tüm ilgim. Beni mutlu eden şey bu.
Örneğin beni en çok güldüren şey ise prens ve prenses tabirleri. Çünkü tamamiyle bir gösterişten ibaret. Eğer zengin bir ailenin kızı veya oğluysan prens ya da prenses diye anılıyorsun. Yani insanların gözünde değerin belki bir gün yok oluverecek mal varlığın.
Karşımda onlara sürdüğüm gül reçelli ekmekleri yiyen üç masum çocuğa baktığımda, acaba nankörlük mü yapıyorum diyorum. Her imkanım var ama bunları elim ile itmek istiyorum. Her zaman sessiz bir çocuk olan Minsung ya da yaşına göre fazla akıllı Woojin de benim gibi mi düşünürlerdi? Bilmiyorum ama yedikleri ekmekleri beğendiklerine eminim.
"Yerinciyim, niye vöyle üjgünsün?" Woojin, kendine özel o güzel alfabesiyle, harfleri tatlı tatlı söylerken boncuk gözleriyle bana bakarak konuşuyordu. Çoğu zaman bu sevimliliğinden dolayı onu ısırmaya kalkışmalarıma, 'Neyim ben, şikolata mı yoksa bije getirdiğin poyaçalar mı?' diyerek karşı dururdu.
"Hayır tatlım, sadece düşünüyordum." Kahve renkli saçlarını okşadım ona tebessüm ederek.
"Viliyo muşun? Bajen ben de düşünüyorum."
"Hmm, neyi düşünüyormuş bakalım bu ufaklık?" Onu kucağıma doğru çekip hafifçe gıdıklamıştım.
"Bana bir dayakine ne yemek getireceyini?" Küçük ve reçel bulaşmış ellerini ağzına götürerek güldü. Gözleri kısılmış, iki kaşının ortası kırışmıştı gülünce. Sevimli ve masumdu.
Ben de bu dediğine hafif bir kahkaha vermiştim. "Öyle mi? Sana bir dahakine ne getirmemi istersin bakalım?"
"Hmm, bir düşüneyim?" Bu sefer tek parmağını dudaklarına koymuş, gözlerini sorgular bir şekilde barakanın tavanına dikmişti. Sanki istediği yemek orada yazıyordu.
"Evet, bekliyorum."
"Düşündüm! Şikolatalı ve şeker şerpmeli şörek iştiyorum. Evet, işteğim bu"
"Pekala getireceğim ama bir şartım var?" Nedir dercesine suratıma bakıyordu.
"Getirdiğim yiyeceklerin yarısını kulübenin arkasındaki köpeklere vermeyeceksin. Sen yiyeceksin. Eğer onlar için bir tane daha fazla istiyorsan, senin için bunu yapabilirim. Anlaştık mı?"
Dudaklarını kemirip, gözlerini farklı yerlere kaçırıyordu. Utanmıştı. Onu yavaşca kucağıma oturttum.
"Yaptığın kötü bir davranış değil Woojin'ciğim. Lakin büyüyüp at binebilecek bir adama dönüşebilmen için tamamını senin yemen gerek. Anlaştık mı? Bana söz ver."
ŞİMDİ OKUDUĞUN
▪soleil
FanfictionGüneşti o. Saçları güzel, elleri incecikti. Sımsıcak bir sevgiydi.