canımın çoğu

495 51 11
                                    

avuç içlerin göğe bakarken ve kar taneleri avuç içlerine düşerken hayatın ne kadar da boş olduğunu anlıyorsun aslında

Oops! Bu görüntü içerik kurallarımıza uymuyor. Yayımlamaya devam etmek için görüntüyü kaldırmayı ya da başka bir görüntü yüklemeyi deneyin.

avuç içlerin göğe bakarken ve kar taneleri avuç içlerine düşerken hayatın ne kadar da boş olduğunu anlıyorsun aslında. kar taneleri avuç içlerine düşerken hayatı anlıyorsun ama neden bu kadar üzgün olduğunu anlamıyorsun. kar taneleri avuç içlerine düşerken yaşamayı anlıyorsun, kedileri, kuşları ve bulutları, belki balıkları bile anlıyorsun ama neden bu kadar acıdığını anlamıyorsun.

avuç içini dayadığın duvar soğuktur, kar taneleri, bu ülke ama en çok da senin kalbin.

ardına kadar açık kapıdan çıkıp gittiğimden beri on gün geçmişti. on gün bana on yıllar gibi gelmişti, yalan değil her çalan kapıyı o sanmıştım ama gelmemişti. ne o ne de diğerleri. annemin sıcak bir çorba getirdiği sabahlar beşi geçmişti, uyku girmeyen gözlerim annemin alakasızca serdiği kırmızı çarşaftan bile daha kırmızıydı.

üzüldüm.

günler geçti, yuvarlandıkça büyüyen kar topu gibi yavaş geçti ama göğsümdeki yük büyüdü. bir sabah annem kapıyı elinde bir tabak yosun çorbasıyla açtığında anladım ki büyüyen o kar topu benim acılarımdı. klasik, kimsenin ya da belki de yalnızca benim söylerken mutlu olmadığım o şarkı söylendi. kaç yıldır yaşadığım umurumda değildi, annem yirmili bir yaş söyledi ama içimden hayır dedim, hayır en az seksen.

masamdaki küçük taraftar saati öğle saatlerini göstermeye başladığında telefonum çalmaya başladı. görüntülü bir aramaydı, ekranda haechan yazıyordu, isminin yanındaki küçük güneşe bakıp güldüm uzun bir aradan sonra. parmaklarım benden bağımsız ekranda kaydı ve ekrana büyük güneş geldi.

"anne!"

"doğum günün kutlu olsun anne!"

"bırakın da ben konuşayım biraz."

"ya daha yeni açtı telefonu ne hemen sen konuşuyorsun?!"

"kavga etmeyin bakayım."

"ah, anne mark ayağıma bastı!"

"tamam yeter bu kadar, ver şu telefonu." doyoung telefonu sonunda eline aldığında gülümsediğimi fark etmiştim. "doğum günün kutlu olsun, aslında aramadan önce hep birlikte şarkı söyleyelim dedik ama haechan planın içine etti."

haechan'ın uzaktan gelen serzenişlerine göz deviren doyoung'a güldüm. "çok teşekkür ederim doyoung-ah, iyi ki aradınız."

"akşam müsaitsiniz değil mi, doğum gününü kutlamaya geleceğiz."

johnny'nin laf arasında söylediği söz hepimizin duraksamasına neden oldu. taeyong onlara evden gittiğimi söylememişti, "evdeyim, evet."

ortamın bir anda değiştiğini fark eden doyoung telefonu johnny'den alıp uzaklaştı. pratik odasından çıkıp stüdyoya doğru adımladığını anlamıştım. "nanami? sen evde değil misin?"

"değilim," dedim. "on gün oldu sanırım, ayrıldım."

"neden?!"

"sebebini sen de biliyorsun doyoung. planlanmış bir şey değildi, daha fazla dayanamayacağımı anladım. birbirimize zarar veriyorduk."

o bana zarar veriyordu doyoung, diyemedim. ben ona hiç zarar vermedim, veremedim diyemedim. derin bir nefes aldım, aldığım nefes sözlerimi yutmamı sağladı. doyoung da anladı, fazla uzatmadı.

bir küfür savurdu, stüdyoda yankı yaptı sözleri. kapının açılma sesi geldi, adım sesleri geldi.

adım seslerini tanıdım taeyong. doyoung'un değişen bakışlarını gördüm, değişen sesini duydum, telefonu kapatmaya çalışan titreyen elleri mani oldu buna. elim birkaç kez ekrana gitti, seni görmek istemediğimi söyledim beynime ama kabul etmedi. yalan olduğunu ikimiz de biliyorduk, ekran kapanmadı ve ben seni gördüm.

ben seni gördüm sen de bana baktın, durduk, herkes durmuş gibi oldu ama öyle olmaz taeyong. dünya durmaz ben seni seviyorum diye.

büyük gözlerin beni çekti yine, loş ışık gözlerinin güzelliğini örtemedi. hiçbir şey söylemedin ama ben senin yerine de doğum günümü kutladım.

savaşım kendimle ama beni kendinden kurtar, taeyong.

creep ¦ lee taeyongHikayelerin yaşadığı yer. Şimdi keşfedin